Cerrahi Tıp Bilimleri Tez Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Tekrarlayan gebelik kayıplarında azalmış over rezervinin etiyolojideki rolü(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2021) Eken, Ahmet; Elter, KorayÇalışmanın amacı tekrarlayan gebelik kayıplarında azalmış over rezervinin etiyolojideki rolünü tespit etmektir. Trakya Üniversitesi Sağlık ve Araştırma Merkezi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği, Üreme Endokrinolojisi ve İnfertilite bilim dalına ve Genetik polikliniğine Ocak 2014- Aralık 2021 tarihleri arasında başvuran 18-40 yaş arasında olan 96 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Çalışmamızda hastalar 3 ayrı gruba ayrıldı; açıklanamayan tekrarlayan gebelik kaybı öyküsü olan kadınlar, açıklanabilen (tekrarlayan gebelik kaybı için düşük over rezervi hariç bir ya da birkaç risk faktörü olan kadınlar) tekrarlayan gebelik kaybı öyküsü olan kadınlar ve azospermi nedeniyle infertilite tedavisi alan tekrarlayan gebelik kaybı öyküsü ve risk faktörü olmayan kadınlar. Bu risk faktörleri; anormal parental kromozom analizi, uterin anomaliler, tiroid endokrinopatisi, trombofililer, antifosfolipid antikor sendromu varlığı, hiperprolaktinemi ve insülin metabolizması bozuklukları olarak kabul edildi. Benzer yaş aralığındaki gruplar arasında anti müllerian hormon değerleri ve antral folikül sayısı ölçümlerinin gruplara göre farklı seviyelerde olduğu görülmüştür. Tekrarlayan gebelik kaybı öyküsü olan gruplarda kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı daha düşük anti müllerian hormon seviyelerinin olduğu görülmüştür (P=0.01). Tekrarlayan gebelik kaybı öyküsü olan gruplarda kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düşük antral folikül sayısı seviyeleri bulunmuştur (P=0.02). Bu değerler dikkate alındığında açıklanabilen tekrarlayan gebelik kaybı öyküsü olan grupla açıklanamayan tekrarlayan gebelik kaybı öyküsü olan grup arasında istatiksel olarak anlamlı bir fark bulunamamıştır fakat kontrol grubuna göre her iki grupta düşük seviyeler gözlenmiştir. Tekrarlayan gebelik kayıpları azalmış yumurtalık rezervi ile ilişkilendirilebilir. Düşük anti müllerian hormon ve antral folikül sayısı seviyeleri gebelik kaybı için daha yüksek olasılıkları öngörebilir. Tekrarlayan gebelik kaybı yönetiminde düşük over rezervinin prognostik değerini değerlendirmek için daha kapsamlı prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.Öğe Prostat kanseri tanılı hastalarda radikal prostatektomi öncesi GA-68 PSMA-PET/BT incelemesinin hasta yönetimine etkisi(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2021) Arıkan, Mehmet Gürkan; Arda, ErsanProstat kanseri primer evrelemesi, tedavi planının belirlenmesi, hastalığın prognozunun öngörülebilmesi ve rekürrenslerin belirlenmesinde ön plana çıkan Prostat Spesifik Membran Antijen-Pozitron Emisyon Tomografi son yıllarda sıklıkla tercih edilmektedir. Çalışmamızda radikal prostatektomi öncesi çekilen Prostat Spesifik Membran Antijen-Pozitron Emisyon Tomografi bulguları ile histopatoloji sonuçlarının karşılaştırılması ve bunun hasta yönetimine etkisini araştırmayı amaçlamaktayız. Kliniğimizde 2017-2020 arasında radikal prostatektomi yapılmış 195 hasta taranmış dışlanma kriterleri sonrası toplam 64 hastanın Prostat Spesifik Antijen, prostat hacmi, klinik derecesi, biyopsi Grade Grup, Partin Skorlaması’na göre Ekstrakapsüler İnvazyon, Seminal Vezikül İnvazyonu, Lenf Nodu tutulumu, D’amico risk sınıflaması, Prostat Spesifik Membran Antijen-Pozitron Emisyon Tomografi bulguları, histopatolojik sonuçlar, takipler sırasındaki verilerden oluşan bir çalışma tasarlanmıştır. Korelasyon analizlerinde Prostat Spesifik Membran Antijen-Pozitron Emisyon Tomografi’de saptanan Protat Tümör Volümü ile Prostat Spesifik Antijen, klinik T evresi, ekstrakapsüler invazyon, seminal vezikül invazyonu ve perinöral invazyon arasında istatistiksel anlamlı ilişki saptanmıştır. SUVmax değerleri; biyopsi Grade Grup, D’amico Risk Sınıflaması, Partin Skorlaması, Histopatoloji Grade Grup, Histopatoloji prostat tümör volümü, histopatolojik evre, ekstrakapsüler invazyon, seminal vezikül invazyonu ve perinöral invazyon ile istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptanmıştır. Prostat Spesifik Membran AntijenPozitron Emisyon Tomografi ve seminal vezikül invazyonu açısından karşılaştırıldığında duyarlılık %16, özgüllük %98, pozitif prediktif değer %50, negatif prediktif değer; %91 olup, lenf nodu metastazı açısından karşılaştırıldığında duyarlılık %40, özgüllük %98, pozitif prediktif değer %66.7, negatif prediktif değer %95 olarak hesaplanmıştır. Doğru ve hassas bir evreleme ile birlikte küratif tedavi seçenekleri, cerrahi yöntemi ve cerrahi sınır genişliği açısından Prostat Spesifik Membran Antijen-Pozitron Emisyon Tomografi yardımcı bir yöntem olarak kullanılabilir.Öğe Eupatilin'in vitro proliferatif vitreoretinopati modelinde epitel yal-mezenkimal geçiş mekanizmaları üzerine etkisinin araştırılması(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2021) Küpeli Çınar, Ayça; Özal, Sadık AltanProliferatif vitreoretinopati, sıklıkla retina dekolmanı cerrahisinden sonra gelişen ve görmeye önemli bir tehdit oluşturan bir hastalıktır. Proliferatif vitreoretinopatinin temel özelliği; retina pigment epitel göçü, adezyonu ve gerçekleşen migrasyonun sonucu olan epitelyal-mezenkimal transformasyondur. Şu anda proliferatif vitreoretinopatinin tek tedavisi cerrahidir ve gelişmesini önlemede veya hastalığın tedavisinde etkili bir farmakolojik ajan bulunmamaktadır. Eupatilin, farklı hücrelerin hücre proliferasyonunu ve epitelyal-mezenkimal transformasyonunu inhibe etme potansiyeline sahip, doğal olarak oluşan bir flavonoiddir. Bununla birlikte, Transforming growth faktör-?2’nin neden olduğu hücre proliferasyonu ve göçü üzerindeki etkinliği bilinmemektedir. Bu çalışmada, eupatilinin retina pigment epitel hücre çoğalması ve epitelyal-mezenkimal transformasyon üzerindeki potansiyel etkisi araştırılmıştır. Bu amaçla hücrelerin canlılık analizi MTT testi ile yapıldı. Kullanılacak uygun dozlar belirlendikten sonra serumdan aç bırakılmış ARPE-19 hücreleri, tek başına 10 ng / ml Transforming growth faktör-?2 ile muamele edildi, daha sonra 48 saat boyunca 25 uM eupatilin ile birlikte muamele edildi. mRNA ve protein ekspresyonları, sırasıyla qt-PCR ve Western blot ile değerlendirildi. Apoptoz ve hücre döngüsü ilerlemesi, görüntü tabanlı sitometri ile tespit edildi. Tedavinin hücre göçü üzerindeki etkisi, yara iyileştirme deneyi ile değerlendirildi. Çalışmanın istatiksel analizinde gruplar arasındaki farklılıklar için varyans analizi (ANOVA) ve ardından çoklu karşılaştırmalar için de Duncan'ın çoklu karşılaştırma testi kullanıldı. Çalışmamızda, eupatilinin hücre döngüsünü düzenleyerek ve apoptozu indükleyerek Transforming growth faktör-?2 ile indüklenen retina pigment epitel hücre proliferasyonunu inhibe ettiği gösterilmiştir. Mezenkimal belirteçlerden fibronektin ve vimentinin mRNA ekspresyonlarının Transforming growth faktör-?2 ile up regüle olduğu, eupatilin tedavisiyle ise önemli ölçüde down regüle edildiği ortaya konmuştur. Epitelyal belirteçlerden E-kadherin ve okludin ekspresyonları ise Transforming growth faktör-?2 ile down regüle edilirken, eupatilin ile muamele edildikten sonra ekspresyonlarının up regüle edildiği gösterilmiştir. Eupatilin uygulaması, Transforming growth faktör-?2 tarafından indüklenen transkripsiyon faktörleri Twist, Snail ve ZEB1'in ekspresyonunu down regüle ederek Transforming growth faktör-?2'nin yarattığı etkileri önemli ölçüde baskılamıştır. Ayrıca, eupatilinin Matriks metalloproteinaz1,7,9'un ekspresyonunu önemli ölçüde inhibe ettiği sonucuna varılmıştır. Western blot ile gösterildiği üzere eupatilin tedavisi NF-?B sinyalini de baskılamıştır. Bu sonuçlar, eupatilinin, proliferasyonu ve retina pigment epitel hücrelerinin fibroblast benzeri hücrelerine dönüşmesini inhibe edebileceğini göstermektedir. Bu nedenle eupatilin, proliferatif vitreoretinopatinin tedavisinde potansiyel bir terapötik değeri olabileceğini düşünmekteyiz.Öğe Diyabetik retinopatili hastalarda intravitreal enjeksiyonunun etkisinin ön segment optik koherens tomografi ile değerlendirilmesi(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2021) Çınar, Abdulkadir Can; Güçlü, HandeDiabetes mellitus tüm dünyada en sık rastlanan endokrin hastalıktır. Değişik toplumlarda görülme sıklığının %1-2 olduğundan bahsedilmektedir. Diyabetik hastalarda yapılan araştırmalarda, korneada değişiklikler, katarakt, sklerada değişiklikler, retinal kapiller iskemik değişiklikler, makula ödemi ve iskemisi, optik nöropati, vitreus hemorajisi, traksiyonel retina dekolmanına kadar değişebilen birçok patoloji görülmüştür. Çalışmamızın amacı ana bilim dalımıza başvuran farklı seviyelerde tanı ve tedavi almış diyabetli hastalardaki korneal, limbal, skleral değişiklikleri hem birbirleriyle hem de kontrol grubu ile kıyaslayarak ön segment optik koherens tomografi yardımıyla değerlendirmektir. Trakya üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Göz Hastalıkları Ana Bilim Dalı’nda Ocak 2020-Ocak 2021 arasında DR tanısıyla takip ve tedavi edilen hastaların dosya kayıtları retrospektif olarak incelenmiştir. Hastalara diyabetik retinopati tanısı ve optik koherens tomografi fundus floresein anjiografi ile konulmuştur. Göz tutulumu olmayan diyabetli 20 hastanın 20 gözü, diyabetik makuler ödemi olmayan non-proliferatif diyabetik retinopatili 25 hastanın 25 gözü, non-proliferatif diyabetik retinopatisi olan, diyabetik makuler ödem izlenen ve intravitreal enjeksiyon öyküsü olmayan 29 hastanın 29 gözü, non-proliferatif diyabetik retinopatisi olan, diyabetik makuler ödemi nedeniyle 3 doz intravitreal bevacizumab uygulanan 21 hastanın 21 gözü, non-proliferatif diyabetik retinopatisi olan, diyabetik makuler ödemi nedeniyle 3 doz intravitreal bevacizumab uygulanan ve sonrasında intravitreal deksametazon implant uygulanan 20 hastanın 20 gözü, hiçbir sistemik ve oküler hastalığı olmayan 20 hastanın 20 gözünün kayıtları geriye dönük olarak incelenmiştir. Hastalarımızın her birine Snellen eşeli ile en iyi düzeltilmiş görme keskinliği alınmış, biyomikroskopik muayenesinde gözyaşı krılma zamanı bakılmış, Schirmer testi uygulanmış ve oküler yüzey hastalık indeksi anketi yapılmıştır. Daha sonra hastalarımıza önce optik koherens tomografi çekimi eğitimli teknisyen tarafından uygulanmıştır. Yine aynı teknisyen ile ön segment optik koherens tomografi ölçümleri 4 kadrandan sklera, temporal limbal epitel ve santral kornea ölçümleri alınarak kaydedilmiştir. Bu ölçümler arasında otomatik olmayan ölçümler aynı hekim tarafından manuel olarak 3 tekrarlı ölçülmüş ve ortalamaları kayıt altına alınmıştır. Çalışmamızda diyabetli hastalarla kontrol grubu karşılaştırıldığında Schirmer testi, gözyaşı kırılma zamanı ve oküler yüzey hastalık indeksi skorunda anlmalı fark mevcuttur. İntravitreal enjeksiyon yapılan hastalarda enjeksiyon yapılan kadranlarda hem diğer gruplara göre hem de diğer üç kadranın ortalamasında göre anlamlı olarak incelme görülmüştür. Ayrıca diyabeti olan tek bir grupta epiretinal membran ve seröz makula dekolmanı olan hastalarda klinik muayene bulgularının istatistiksel olarak anlamlı olarak daha kötü olduğu bulunmuştur. Bu sonuçlar diyabetli hastalarda ön segment bulgularında sağlıklı hasta grubuna göre kuru göz benzeri semptomlarda istatistiksel olarak anlamlı artış olduğunu göstermiştir. Ayrıca intravitreal enjeksiyon yapılan kadranda skleral incelme saptanmıştır. Tek bir diyabetik grupta da olsa retinal inflamatuar belirteçlerin ön segment değişikliğiyle birliktelik gösterebileceğini saptadık. Sonuç olarak intravitreal enjeksiyon yapılırken kadran değiştirmek faydalı olabilir. Diyabetik hastalarda ön segment patolojileri açısından dikkatli olmak gereklidir.Öğe Proliferatif diyabetik retinopati patogenezinde vetreus içi MikroRNA ve midkine düzeylerinin rolü(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2021) Akaray, İrfan; Özal, Sadık AltanProliferatif diyabetik retinopatide vitreus içi mikroRNA, vasküler endoteyal büyümefaktörü ve Midkine düzeylerinin patogenezdeki rolünü araştırmak. Çalışmamız proliferatif diyabetik retinopatiye tanısı almış 26 hasta, diyabetik hastalığıolmayan kontrol grubu olarak 26 olgu dahil edilmiştir. Hastaların cinsiyet, yaş, Hba1cdüzeyleri, Vasküler endoteyal büyüme faktörü ve Midkine düzeyleri Enzyme-LinkedImmunoSorbent Assay (ELİSA) ile tespit edildi. MiR-124, miR-20b, miR-200b, miR-19a,miR-27a, miR-126 ve miR-146a düzeyleri kantitatif polimeraz zincir reaksiyonu (qPCR) ileekspresse edildi. Çalışma grubunda 26 hastanın 18 (%69.2) erkek, 8 (%30.8) kadın hasta, kontrolgrubunda 19 (%73.0) erkek, 7 (%27.0) kadın hasta vardı (P=0.56). Çalışma grubun yaşortalaması; 57.2±8.9,kontrol grubun yaş ortalaması; 58.3±12.9 idi (P=0.72). Hba1c düzeyleriçalışma grubunda 9.56±1.40 mmol/mol, kontrol grubunda 5.28±0.76 mmol/mol (P=0.00).MiR-124, çalışma grubunda 1.96 kat artmış olduğu saptadık (P=0.04). MiR-126, çalışmagrubunda 2.14 kat artmış olduğunu bulduk (P=0.00). MiR-19, çalışma grubunda 1.59 katartmış olduğu saptadık (P=0.13). MiR-20b, çalışma grubunda 1.55 kat artmış olduğunubulduk (P=0.06). MiR-27a, çalışma grubunda 1.31 kat azaldığı saptadık (P=0.64). Mir-146adüzeylerin iseçalışma ve kontrol grubunda eşit oranda bulduk (P=0.92). MiR-200b değerinçalışma grubunda 2.99 kat azalmış olduğunu saptadık (P=0.01). Midkine düzeylerin çalışma grubunda 371.45±72.58 pg/ml kontrol grubunda 319.29±81.22 pg/ml ölçüldü (p=0.02).Vasküler endotelyal büyüme faktör-A düzeylerin çalışma grubunda 6.29±0.98 ug/ml, kontrolgrubunda 5.34±1.32 ug/ml hesapladık (p=0.00). Sonuç olarak proliferatif diabetik retinopatide miR-124 ile miR-126 artması ve miR-200b değerin azalması ile vitreusta çok az çalışılan midkine düzeylerin azalması proliferatifdiyabetik retinopati patogenezinde önemli rol alabileceği, hastalığın tanı, tedavi ve izlemindebiobelirteç olarak kullanılabileceğini vurguladık.Öğe Uyanık entübasyonda videolaringoskopi ve fibreoptik bronkoskopinin servikal cerrahide karşılaştırılması(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2021) Sağ, Fatih; Hekimoğlu Şahin, SevtapServikal vertebra patolojisi mevcut olan hastalarda havayolu yönetimi veentübasyonsüreci kritik öneme sahiptir. Bu hastaların Fiberoptik Bronkoskopi veyaVideolaringoskopi ile uyanık entübasyonları, servikal vertebranın nötral anatomik pozisyonda tutulmasınısağlayarak,olası travma ve komplikasyon riskini en aza indirebilmektedir. Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Beyin ve Sinir Cerrahisiameliyathanesinde servikal vertebra operasyonu uygulanacak118 hasta randomize iki grubaayrıldı. Çalışmamızda fiberoptik bronkoskopi ile 60 hasta,videolaringoskopi ile58 hastauyanık endotrakeal entübasyongerçekleştirildi. Veriler ve sonuçlar değerlendirildiğinde, Amerikan Anestezistler Birliği-II skoru,Chormack Lehane-II skoru,larenksingörülme zamanı ve entübasyon zamanıgruplar arasındaanlamlı olarak farklı bulundu. Ayrıca her iki grupta da entübasyon zamanı ile larenksingörülme zamanı arasında pozitif korelasyon ilişkisi bulunmuştur.Entübasyona hemodinamikyanıtlar açısından iki grup arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir fark bulunamadı.Uyanıkentübasyonsırasında,endotrakeal tüpte kan görülmesi, mukozal hasar, boğaz ağrısı, diş hasarıve özefagus entübasyonu komplikasyon olarak kaydedilmiştir.Komplikasyonlar açısından heriki gurup arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir fark görülmemiştir. Birinci entübasyongirişiminde hastaların %83.1’i (98 hasta),başarılı şekilde entübe edildi. Sonuç olarak, spinal cerrahi uygulanacak ve entübasyon sırasında nörolojik hasar riskiolan hastalardavideolaringoskopi ileuyanık endotrakeal entübasyon, fiberoptik bronkoskopi'den daha hızlı ve güvenilir bir şekilde gerçekleştirilebilir. Uyanık entübasyonuygulamalarında end-Tidal karbondioksit takip ve değerlendirilmesi için daha çok çalışmayaihtiyaç vardır.Öğe Yüksek dereceli gliomlarda invazyon belirteçlerinin ekspresyonunun ve klinik öneminin araştırılması(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2022) Aktürk, Yener; Tütüncüler, BanuGliomalar primer beyin tümörleri içerisinde en sık rastlanan histolojik tiptir. Erken dönemde tekrarlayan nüksler ile invaziv seyreden bu tümörlerin ortalama sağkalım süresi 1-2 yıldır (2). İçinde genetik mutasyonlar ve moleküler anormallikler barındıran YDG’lerde görülen erken nüks ve kısa sağkalım tümörün invazyon ve neoanjiyogenez yolaklarında rol oynayan moleküllerde çeşitli mutasyonlar ve ekspresyon değişikliklerine bağlanmaktadır (3). Moleküler ve genetik olarak heterojen bir grup olan bu tümörlerde değişik invazyon ve anjiyogenez yolakları ile ilgili birçok çalışma yapılmakla birlikte bu çalışmaların tamamına yakını hücre kültürlerinde ya da deneysel hayvan glioma modellerinde yapılmıştır. Tümörlerin davranışlarında tümörün in vivo mikro çevresel yapısı önemlidir. Dolayısıyla insan kaynaklı tümör rezeksiyon materyalleri kullanılarak yapılan çalışmaların tümör davranışı ile ilgili daha aydınlatıcı olacağını düşünmekteyiz. Yaptğımız çalışmada 29 hastadan elde edilen insan beyin tümör materyalleri ve perilezyoner normal beyin dokusu kullanıldı. PI3K/Akt yolağında rol oynadığı kabul edilen S1P1, S1PR3, SPHK1, CCN1, PLAU genlerinin ekspresyonları incelendi. Çalışmamıza dahil edilen genlerin hepsinde ekspresyon görüldü. Çalışma grubunda S1PR3’ün kontrol grubuna göre ekspresyonunun arttığı görüldü. Çalışma grubunda; S1PR1- S1PR3 ve CCN1- PLAU genleri arasında istatistiksel anlamlı yüksek oranda pozitif korelasyon görüldü. Kontrol grubunda; S1PR3- SPHK1, S1PR3- PLAU ve SPHK1- PLAU genleri arasında istatistiksel anlamlı yüksek oranda pozitif korelasyon görüldü. Ki67% değeri ile kontrol grubu CCN1 ekspresyonu arasında istatistiksel anlamlı yüksek oranda pozitif korelasyon görüldü. Kontrol grubunda, 9 ay ve daha kısa yaşayan hastalarda; S1PR1 ve CCN1 ekspresyonun azalmış olduğu görüldü. Kontrol grubundaki PLAU geninin nüks olan hastalarda daha az eksprese olduğu görüldü. Sonuç olarak, S1P1, S1PR3, SPHK1, CCN1, PLAU genlerinin ekspresyonunun insan gliomalarında nüks ve sağkalım süreleri ile ilişkili olabileceği düşünülmektedir.Öğe Antenatal dönemde enoksaparin kullanılan gebeliklerin değerlendirilmesi(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2022) Sarıkuş, Nazlı; Varol, G. FüsunÇalışmamızın amacı antenatal dönemde yüksek riskli gebeliklerde antikoagülan amaçlı enoksaparin kullanımı ve sonuçlarını değerlendirmekti. Ocak 2015 ile Aralık 2019 tarihleri arasında Trakya Üniversitesi Sağlık Araştırma ve Uygulama Merkezi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı’nda doğumu gerçekleştirilen 375 gebe dahil edilmiştir. Çalışma grubu enoksaparin kullanan 102 gebeden oluşuyordu. Bu grupta fetal büyüme kısıtlılığı, preeklampsi, trombofili, tekrarlayan gebelik kayıpları, sistemik lupus eritematozus, antifosfolipit antikor sendromu, obezite, gestasyonel diyabet, gestasyonel hipertansiyon, kronik hipertansiyon, in vitro fertilizasyon ile oluşan gebelik ve viabilite haftasında gerçekleşen intrauterin fetal ölüm öyküsü olan gebeler mevcuttu. Bu gebeliklere uygun 3 farklı kontrol grubu oluşturuldu: fetal büyüme kısıtlaması olup enoksaparin kullanmayanlar (E-FBK grubu) (Grup 4), preeklampsi olup enoksaparin kullanmayanlar (E- PE grubu) (Grup 5) ve sağlıklı grup (SG) (Grup 6). Karşılaştırmalar, çalışma grubundaki fetal büyüme kısıtlılığı olan gebeler ile kontrol grubundaki fetal büyüme kısıtlılığı olanlar arasında; çalışma grubundaki preeklampsi ile kontrol grubundaki preeklampsi arasında; çalışma grubundaki fetal büyüme kısıtlılığı ve preeklampsi dışındaki gebelerle (E+DİĞER) (Grup 1) sağlıklı gebeler (Grup 6) arasında yapıldı. Çalışmada sonuç olarak hem enoksaparin kullanan ve kullanmayan fetal büyüme kısıtlılığı olan grup arasında hem de enoksaparin kullanan ve kullanmayan preeklampsili gebelerin karşılaştırmasında son adet tarihi ve ultrasonorafiye göre doğum haftaları, bebek doğum ağırlıkları, 1. ve 5. dakika Apgar skorları ve doğum şekilleri açısından istatistiksel anlamlı fark saptanmadı. E+DİĞER grubu (Grup 1) ile sağlıklı gebe grubu karşılaştırıldığında ise son adet tarihi ve ultrasonografiye göre doğum haftaları ve bebek doğum ağırlıkları arasında istatistiksel anlamlı fark mevcuttu (her ikisinde de p<0.001). Birinci ve beşinci dakika Apgar skorları arasında da istatiksel olarak anlamlı fark vardı (sırasıyla p=0.009 ve p=0.004). Bu istatistiksel anlamlılık enoksaparin kullanımına rağmen çalışma grubundaki (E+DİĞER grup) (Grup1) perinatal sonuçların sağlıklı gebe grubunun sonuçlarına ulaşamadığını göstermektedir. Doğum şekillerine bakıldığında ise çalışma grubundaki gebelerde sezaryen ile doğum oranı fazlaydı ve istatiksel anlamlılık mevcuttu (p<0.001). Ayrıca Grup 1 gebelerde preeklampsi (%8.4), HELLP (%2.8), preterm eylem (%46.4), erken membran rüptürü (%18.3) ve plasental dekolman (%1.4) gerçekleşti. Tüm bu sonuçlara dayanarak enoksaparinin antenatal kullanımı, özellikle fetal büyüme kısıtlaması ve preeklamptik gebelikler başta olmak üzere yüksek riskli gebeliklerde gebelik sonuçlarını iyileştirdiği kanısına varılamamıştır.Öğe Peyranie hastalığı tedavisinde pirfenidon'un etkisi(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2021) Çevik, Gökhan; Aktoz, TevfikPeyronie hastalığı, akut ve kronik olmak üzere iki dönemden oluşmaktadır. Akut dönemde peniste ağrı, fibrotik plakların oluşması, ereksiyon problemlerinin başlaması/artması şeklinde ilerlerken, kronik dönemde ağrı ortadan kalkmakta, akut dönemde oluşan fibrotik plaklar ve erektil disfonksiyon gibi patolojiler kalıcı hal almaktadırlar. Günümüzde peyronie hastalığını akut döneminde medikal tedavi uygulanmaktadır. Hastalığın kronik döneminde medikal tedavilerin faydası bulunmamaktadır. Güncel medikal tedavi seçenekleri içinde çok sayıda ajan bulunmakla birlikte bunlardan yüzde yüz fayda sağladığı gösterilen bir molekül bulunmamaktadır. Pirfenidon günümüzde sıklıkla göğüs hastalıkları tarafından İdiyopatik Pulmoner Fibrozis(İPF) hastalığında kullanılmaktadır. Peyronie hastalığı patofizyolojisi ile benzer olan İPF tedavisinde kullanılan pirfenidon, peyronie hastalığı için daha önce hiçbir çalışmada denenmemiştir. Bu çalışmada sıçanlarda oluşturulan deneysel peyronie hastalığında pirfenidonun etkisinin incelemesi amaçlandı. Bu çalışmada, peyronie hayvan modeli oluşturulacak 3 aylık, ağırlıkları 280 gram ile 320 gram arasında değişen 27 adet erkek Sprague Dawley cinsi sıçan kullanıldı. Sıçanlar randomize olarak 3 farklı gruba ayrıldı. Grup 1 e konulan sıçanlar kontrol grubu olarak belirlendi. Grup 2’ye ve grup 3’e konulan sıçanlara peyronie modeli oluşturuldu. Grup 3’e konulan sıçanlara, deneyin başlangıcından 3 hafta sonra, 28 gün boyunca her gün oral gavaj ile pirfenidon verildi. 28. Gün sonunda tüm sıçanlar sakrifiye edilmeden önce erektil fonksiyon değerlendirmesi amacıyla kavernosal sinir stimulasyonu yöntemi ile hemodinamik çalışma yapıldı. Ardından sakrifiye edilerek sıçanların penisleri immunohistokimyasal olarak değerlendirildi. İmmunohistokimyasal olarak elde edilen sonuçlarda pirfenidonun peyronie hastalığında penisteki fibroziste bir miktar düzelme sağladığı ancak istatistiksel olarak anlamlı bir iyileşme olmadığı görüldü. Ayrıca yapılan hemodinamik erektil fonksiyon değerlendirmesinde, pirfenidonun erektil fonksiyonda bir miktar düzelme sağladığı ancak istatistiksel olarak anlamlı bir düzelme olmadığı görüldü.Öğe Favipiravir ilaç uygulamasının ratlarda femur cisim kırığı kaynaması üzerine etkisi(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2022) Sabır, Mehmet Ali; Çopuroğlu, CemBu deneysel çalışmada favipiravirin kırık kaynaması üzerinde oluşabilecek etkilerini değerlendirmeyi amaçladık. Bu deneysel çalışma Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Deney Hayvanları ve Araştırma laboratuvarından elde edilen 48 adet Sprague-Dawley cinsi rat üzerinde gerçekleştirildi. Deney grupları; randomize olarak seçilmiş her biri 16’lı 3 grup oluşturuldu. Bu 3 gruptan da sonra radyolojik ve histolojik inceleme için sakrifikasyon zamanlarına göre 8’li 6 alt grup oluşturuldu. Deneyin ilk günü tüm ratlara (n=48) femur kırık modeli oluşturuldu. Femur kırık modeli oluşturulan Grup K1 ve Grup K2’deki ratlar kontrol grubu olarak belirlendi. Çalışma protokolü olarak femur kırık modeli oluşturulan Grup K1 ve Grup K2’deki ratlar kontrol grubu olarak belirlendi. K1ve K2 grubundaki ratlara 14 gün boyunca oral gavaj ile serum fizyolojik verildi. Grup F1 ve Grup F2’deki ratlar, 5 gün favipiravir alan grup olarak belirlendi. Grup F1 ve Grup F2’deki ratlara 5 gün boyunca oral gavaj ile favipiravir 100 mg/kg/gün uygulandı. Kalan 9 gün ise ratlara serum fizyolojik verildi. Grup F3 ve Grup F4’deki ratlar 14 gün favipiravir alan grup olarak belirlendi. Grup F3 ve Grup F4’deki ratlara 14 gün boyunca oral gavaj ile favipiravir 100 mg/kg/gün uygulandı. Çalışmanın 14. gününde kırık iyileşmesinin değerlendirilmesi için Grup K1, Grup F1 ve Grup F3’teki ratların, 28. günde ise Grup K2, Grup F2 ve Grup F4’deki ratların mamografi cihazı yardımıyla radyografileri çekilerek radyolojik skorlama yapıldı. Ratlar sakrifiye edildikten sonra femur orta 1/3’ten diseke edilerek alt ekstremitenin distaline ait piyeslerin histolojik evrelemesi yapıldı. Kırık iyileşmesi bakımından gruplar hem radyolojik hem de histolojik olarak incelendiğinde 14. günde fark bulunmadı. Radyolojik olarak 28. gün sonunda; kırık formasyonu skorunun Grup K2’de Grup F2 ve Grup F4’e göre, Grup F4’ünde Grup F2’ye göre anlamlı derecede daha yüksek olduğu bulundu. Kaynama derecesinin ve toplam radyolojik skorların Grup K2’de Grup F2 ve Grup F4’e göre anlamlı derecede yüksek olduğu bulunurken, Grup F2 ile Grup F4’ün kaynama derecesi skorunun benzer olduğu bulundu. Grupların 28. gün sonunda kırık iyileşmesi histolojik olarak incelendiğinde; Grup K2’de yüksek oranda “yoğun kıkırdak, az olgunlaşmamış kemik”, Grup F2’de yüksek oranda “eşit kıkırdak ve fibröz doku” , Grup F4’te ise yüksek oranda “az kıkırdak, yoğun fibröz doku” nun görüldüğü bulundu. Bu da en iyi histolojik olarak kırık iyileşmesinin Grup K2 sonra Grup F2’de ve en kötü iyileşmenin de Grup F4’de olduğunu gösterdi. Sonuç olarak çalışmamızda; favipiravirin hem radyolojik hem de histolojik olarak kırık iyileşmesi üzerinde olumsuz etkisi olduğu bulundu. Bu nedenle COVID-19 hastalığı geçiren ve aynı zamanda kırığı olan hastalarda, favipiravir kullanılacaksa kar zarar ilişkisi göz ardı edilmemelidir. Kırığı olup, COVID-19 hastalığı nedeniyle favipiravir tedavisi alan hastaların erken ve geç dönem kırık iyileşmeleri yakından incelenmeli, bu konuda yeni çalışmalar yapılmalıdır.Öğe Yoğun bakım hastalarında usg eşliğinde yapılan kas ölçümlerinin malnütrisyon tarama testleri ile ilişkisinin araştırılması(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2022) Çelikyontar, Ahmet; İnal, M. TuranMalnütrisyon, alımdaki yetersizlik veya düzensiz beslenmenin yol açtığı, vücut kompozisyonunun (yağsız kitlede azalma) ve vücut hücre kitlesinin bozulması sonucu ortaya çıkan fiziksel ve mental fonksiyonların azalması ve hastalığın klinik sonucunun kötüleşmesi şeklinde tanımlanabilmektedir. Yoğun bakım ünitesinde tedavi gören hastalarda malnütrisyon yaygın olup %60'a varan oranda görülebilmektedir. Malnütrisyon enfeksiyon oranlarında artış, mekanik ventilatörde kalış süresinde uzama, yoğun bakım kalış süresinde uzama, yara iyileşmesinde gecikme neticesinde morbidite ve mortalitede ciddi oranda artışlara neden olmaktadır. Bütün bu nedenlerden dolayı yoğun bakım hastalarında malnütrisyon hızla teşhis ve tedavi edilmelidir. Çalışmaya Trakya Üniversitesi Bilimsel Araştırmalar ve Etik Kurulu onayı alındıktan sonra Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Cerrahi, Reanimasyon ve Postop Yoğun Bakım Ünitelerinde yatışı yapılan 42 hasta dahil edildi. Hastaların yaş, cinsiyet, kilo, boy, tanı, alındığı yer, ek komorbiditeler, APACHE II skoru ve SOFA skoru bilgileri kaydedildi. Araştırmaya dahil edilen hastalara mNUTRIC testi uygulandı. Ultrason ile kuadriceps femoris ölçümleri kaydedildi. NRS testi sonuçları, C reaktif protein ve albümin değerleri, mekanik ventilatör tedavi süresi, yoğun bakım kalış süresi, prognozları, sedasyon süresi, steroid kullanımı, vazopressör kullanımı, kalori dengeleri de kayıt altına alındı. Hastalar taburcu olana kadar ya da eksitus olana kadar izlendi. Katılımcılarda rectus femoris ve kuadriceps femoris kas çapları ile malnütrisyon riski arasında anlamlı farklılık tespit edildi. Kas çaplarında 1-7. gün arasında saptanan yüzdesel değişimin malnütrisyon riski yüksek grupta daha fazla olduğu, değişimin yaş, APACHE II, SOFA skorlarıyla aynı; albümin ve vücut kitle indeksi değerleriyle ters yönde olduğu tespit edildi. Özellikle erken ve orta dönem malnütrisyon değerlendirmesinde Ultrason ölçümünün hassasiyeti ile non-invaziv ve yatak başı olarak kullanılmasının önerilebileceği saptandıÖğe Gestasyonel diyabetes mellituslu hastalarda tiroid fonksiyon bozukluklarının değerlendirilmesi ve C-peptid, CA 19-9, CA-125 düzeyleri(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2022) Baran, Bernas; Sayın, N. CenkAraştırmamızda, gestasyonel diyabetes mellituslu gebelerde tiroid fonksiyon bozukluklarının değerlendirilmesi ve C-peptid, CA 19-9, CA-125 düzeylerinin belirlenmesi amaçlandı. Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Perinatoloji Polikliniği’ne başvuran, genel sağlık muayenesi yapılmış, araştırmaya katılmaya gönüllü, 18-45 yaş arası, 24-28. haftalar arasında gebeliği süren 80 kişiden veri toplandı. Gebelerin sosyodemografik özellikleri, genel sağlık bilgileri, gebelik öncesi ağırlıkları, boy uzunlukları, mevcut ağırlıkları gebelerin beyanları doğrultusunda alındı. Tüm katılımcılara 75 gr glukozla oral glukoz tolerans testi uygulandı. Test sonucu gebeler gestasyonel diyabetes mellitusu olanlar (n=40) ve olmayanlar (n=40) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Gebelerin tiroid fonksiyonlarına TSH, fT3, fT4, TgAb, anti-TPO değerleriyle bakıldı. Ayrıca C-peptid, CA 199 ve CA-125 belirteçleri değerlendirildi. Araştırma sonuçlarına göre GDM’li gebelerde açlık kan şekeri, 1 ve 2. saatte OGTT ile HbA1c değerleri daha yüksek bulundu. Amniyotik sıvı indeksinde anlamlı farklılık bulunmadı. Gestasyonel diyabetes mellituslu olan ve olmayan gebeler arasında tiroid fonksiyonları arasında anlamlı farklılık görülmedi. Gestasyonel diyabetes mellituslu gebelerde CA 19-9 değeri daha yüksek iken C-peptid ve CA-125 değerlerinde anlamlı farklılık bulunmadı. Gestasyonel diyabetes mellituslu gebelerde MPV ve RDW değerleri daha yüksek izlendi.Öğe Ortopedik cerrahi geçiren yaşlı hastalarda yaş ve preoperatif yatış süresinin Deliryum üzerine etkisi(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2021) Mat, Fidan; Çopuroğlu, ElifBu çalışmanın amacı ortopedik cerrahi geçiren yaşlı hastaların, yaşları ve operasyon öncesi hastanede kalış süresi ile deliryum arasındaki ilişkinin belirlenmesidir. Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi Kliniğine yatırılan 65 yaş ve üzeri 218 hasta çalışmaya alındı. Çalışmaya alınan hastaların yaşları, kronik hastalıkları,kullandıkları ilaçları, operasyon öncesi hastanede kalış süreleri,psikiyatri konsültasyon ihtiyacı, başvuruşekilleri (acil/poliklinik),hemoglobin değerleri,operasyondaki kanama miktarı, peroperatifve postoperatifkan transfüzyon ihtiyacı, anestezi ve cerrahi tipleri, operasyon süresi, yoğunbakım ünitesi yatışı, operasyonun kaçıncı gününde mobilize olduğu, deliryum varlığıkaydedildi. Çalışmada Deliryum Değerlendirme Ölçeği,Kısa Konfüzyon DeğerlendirmeMetodu ve Yoğun Bakım Deliryum Tarama Kontrol Listesikullanıldı. Kalça operasyonu geçiren hastalarda deliryumoranını daha yüksek saptadık. Genelanestezi alanve yoğun bakım yatışı olanhastalarda daha sıkdeliryum geliştiği görüldü.Demansıve karaciğer hastalığıolanlarındeliryum gelişme oranı daha yüksek bulundu. Acilbaşvuru yapan hastalarda poliklinik başvurusu yapan hastalarakıyasla deliryum oranı dahayüksek saptandı. Artan yaşın deliryumu artırdığını, deliryum varlığının da mortaliteyiartırdığını gözlemledik. Düşük hemoglobin değerlerinin deliryumu artırdığı görüldü, postoperatif kan transfüzyonu yapılan hastalarda daha sık deliryum gözlendi.Deliryumgelişen hastaların operasyon sonrası mobilizasyon süresiortalaması daha yüksek saptandı.Operasyon öncesi hastanede kalış süresi arttıkça, deliryumdaha sık görüldü. Bu çalışma ile anlamlı bulunan risk faktörlerinin saptanıp değerlendirilmesi,mümkün olduğunca en aza indirgenmesi, operasyon öncesi hastanede kalış süresininuzatılmaması önerilebilir. Özellikle acil operasyon gereken yaşlı hastalarda mevcuthastalıkları için konsültasyonların hızlandırılmasının ve ameliyat sonrası erkenmobilizasyon sağlanmasının deliryum gelişmesini ve mortaliteyi azaltacağı kanaatindeyiz.Öğe Epidural anestezi uygulanan hastalarda intra-operatif non invazif end-tidal karbondioksitin postoperatif komplikasyonlar üzerine etkisi(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2022) Üzüm, Ufuk; Hekimoğlu Şahin, SevtapEnd-tidal karbondioksit hasta takibinde önemli bir belirleyici olarak uzun yıllardır değerlendirilmektedir. Acil servisler, yoğun bakım servisleri, ameliyathane ve ameliyathane dışında anestezi uygulamalarında takip edilmektedir. Hastanın dolaşım, ventilasyon, metabolizma değerlendirmesi için büyük bir öneme sahiptir.Genel anlamda literatürde konunun genel anestezi kapsamında ele alındığı ve epidural anestezi için önemli bir eksiklik olduğu tespit edildi.Çalışmamızda, epidural anestezi uygulanan hastalarda intraoperatif end-tidal karbondioksitin postoperatif komplikasyonlar üzerindeki etkisinin araştırılması amaçlandı. Araştırmaya Trakya Üniversitesi Bilimsel Araştırmalar ve Etik Kurulu onayı alındıktan sonra Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde epidural anestezi altında alt ekstremite ve alt batın cerrahisi uygulanan 18-40 yaş arası ASA I-II-III risk grubunda hastalar dahil edildi. Hastaların demografik özellikleri, yandaş hastalıkları, intraoperatif kan basıncı, diyastolik kan basıncı, ortalama arter basınçları, kalp tepe atımı, non invaziv end tidal karbondioksit, periferik SPO2 , intraoperatif verilen kolloid ve kristalloid miktarı, kan transfüzyonu, operasyon süresi kaydedildi. Postoperatif VAS skoru, sistolik kan basıncı, diyastolik kan basıncı, ortalama arter basınçları, periferik SPO2 , non-invaziv ETCO2 değerleri kaydedildi. Kapnograf ile Integrated Pulmonary Index, ETCO2 , solunum sayısı, nabız sayısı, SPO2 ve oksijen desatürasyon indeksi parametreleri belirlendi. Postoperatif komplikasyonlar kardiyak output, kan transfüzyon ihtiyacı, hastanın ağrı skoru, artimi, periferik SPO2 , solunum sayısı, bulantı-kusma, alerjik durumlar (kaşıntı), motor bloğun durumu, duyusal bloğun geri dönüşüm süresi, baş ağrısı, bel ağrısı, hastanede yatış süresi olarak değerlendirildi. Araştırmamız sonucunda postoperatif komplikasyonlar açısından normokapni ve hipokapni grupları açısından anlamlı fark bulunmadı.Öğe Uyluk yumuşak doku sarkomlarında lokal nüks ve sağ kalıma etki eden faktörler(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2021) Yıldırım, Savaş; Çiftdemir, MertBu retrospektif çalışmada uyluk yerleşimli yumuşak doku sarkomu olan olgularda lokal nüks ve sağ kalıma etki eden faktörleri araştırmak ve literatürle karşılaştırmak amaçlanmıştır. 01 Ocak 2010-31 Aralık 2020 tarihleri arasında Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı’nda uyluk yerleşimli yumuşak doku sarkomu tanısı alarak cerrahi tedavi edilen 41 olgu değerlendirilmiştir. Çalışmaya dahil edilecek olguları saptamak için, aynı dönem içinde Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi İskelet Sistemi Tümör Konseyinde değerlendirilen 74 yumuşak doku sarkomu olgusu taranmış, uyluk dışı yerleşim gösteren, cerrahi tedavi edilmeyen ve 18 yaş altı 33 olgu çalışma dışı bırakılmıştır. Çalışmaya dahil edilen olguların cinsiyet ve tanı aldıkları yaş incelendiğinde, çalışma grubunda 21 erkek (%51) ve 20 (%49) kadın olgu olduğu, ortalama tanı yaşının ise 57,9 yıl olduğu bulundu. Çalışmaya dahil edilen 41 olgu 2020 Dünya Sağlık Örgütü yumuşak doku tümörleri sınıflamasına göre sınıflandırıldığında; histopatolojik olarak 16 olguda (%39) liposarkom, 13 olguda (%32) andiferansiye pleomorfik sarkom, 7 olguda (%17) fibroblastik tümör, 2 olguda (%5) malign periferik sinir kılıf tümörü, 1 olguda (%2) leiomyosarkom, 1 olguda (%2) yumuşak dokunun konsrosarkomu ve 1 olguda (%2) da anjiosarkom olduğu görüldü. Olgular ortalama 45,8 ay (12-124) takip edildi. Kitle boyutuna, pozitron emisyon tomografisi verilerine, patoloji laboratuvarı verilerine, evrelemelere, adjuvan tedavi ve metastaz gelişimine göre lokal nüks ve sağ kalım analizleri yapıldı. Lokal nükse etki eden tek fakör cerrahi sınır olarak bulundu. Cerrahi sınır + olan olgularda lokal nüks gelişimi daha fazlaydı. Sağ kalıma etki eden faktörler; tanı alınan yaş, histopatolojik alt grup, kitlenin boyutu, histopatolojik derece, nekroz varlığı, Ki-67 indeksi, evreleme ve akciğer metastazı gelişimi olarak bulundu. Adjuvan tedavi ve pozitron emisyon tomografisi değerlendirmesi ile elde edilen veriler prognozu etkilememiştir.Öğe Proliferatif vitreoretinopati tedavisinde doğal molekül hispidulin kullanımının in vitro modelde araştırılması(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2022) Kaya, Sultan; Garip, RüveydeProliferatif vitreoretinopati fibroselüler membranlar ve intraretinal fibrozisin gelişmesi ile oluşan ve yırtıklı retina dekolmanı cerrahisi sonrasında gelişen nüks retina dekolmanı olgularının en önemli nedenidir. Regmatojen retina dekolmanı meydana geldiğinde proliferatif vitreoretinopati başlatıcı iki ana olay meydana gelir. Bunlar retina hipoksisi ve kan retina bariyerinin bozulmasıdır. Yapılan çalışmalarda proliferatif vitreoretinopatili gözlerde alınan vitreus örneğinde normal gözlere orana dönüştürücü büyüme faktör-beta seviyesi daha yüksek bulunmuştur. Son yıllarda proliferatif vitreoretinopatinin patofizyolojisini anlama yönündeki bilgiler artmıştır. Proliferatif vitreoretinopatinin medikal tedavisinde en fazla çalışılmış maddelerden birisi bir kemoterapi ajanı olan 5-fluorourasildir. Fluorourasilin hayvan modellerinde proliferatif vitreoretinopati oranını azaltmada etkili olduğu gösterilmiştir. Proliferatif vitreoretinopatinin hücre biyolojisi ve moleküler mediyatörleri halen incelenmeye devam etmektedir. Hispidulin çeşitli bitkilerde bulunan antioksidatif, antiinflamatuar, antimutajenik, antiproliferatif ve antineoplastik özellikleri ile anjiogenezi baskılayan bir flavonoiddir. Bu araştırmada, hispidulin molekülünün proliferatif vitreoretinopati etiyolojisinde rol oyanayan proliferasyon, migrasyon ve anjiogenez yolağı üzerinde olası etkisinin belirlenmesi amaçlandı. Bu amaçla insan retina pigment epitel hücre serilerinden insan retinal pigment epitel hücre hattı- 19 hücrelerinde 10 ng/ml dönüştürücü büyümef faktör-b2 kullanılarak in vitro bir proliferatif vitreoretinopati modeli oluşturularak 48 saat boyunca 3 uM hispidulin ve 1uM hispidulin ile 5fluorourasil ile kombinasyonun etkinliğine bakıldı. Araştırmada proliferatif vitreoretinopati gelişiminden sorumlu mekanizmada önemli yer tutan hücre proliferasyonu ve epitelyal- mezenkimal geçiş sonucu gelişen hücre migrasyonunu inhibe edici etkinliği, olası terapötik potansiyelinin belirlenmesi ve tabanında yatan moleküler mekanizmaların aydınlatılması hedeflendi. Çalışmada hücre proliferasyon, hücre göçü deneyleri ve gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyon yöntemi ile bu olaylarda rol alan bazı transkripsiyon faktörleri ile hedef genlerin kantitatif mesajci ribonükleik asit transkripsiyon değişimleri analiz edildi. Çalışmanın istatiksel analizinde gruplar arasındaki farklılıklar için varyans analizi (ANOVA) ve ardından çoklu karşılaştırmalar için de Duncan'ın çoklu karşılaştırma testi kullanıldı.Öğe Ligamentum flavum fibrozisindeki kollajen liflerinin ekspresyonundaki değişiklikler ve bu değişikliklerin miRNA'lar ile ilişkisi(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2022) İsaoğlu, İsa; Delen, EmreOmurga kanal darlıg?ı; omurilig?in, onu çevreleyen dokularca bası altında kalmasına bag?lı olarak olus?an bir omurga hastalıg?ıdır. Pek çok nedeni olsa da, omurgada yas?ın ilerlemesi ile beraber göru?len dejenerasyon, bu hastalıg?ın en sık nedenidir. Ligamentum flavum, omurilig?i arka ve yan kısımlarından çevreleyen omurilig?i koruma görevinin yanında omurga biyomekanig?ine katkı sag?layan ligamandır. Dejenerasyon ile beraber ligamentum flavumun hu?cre dıs?ı yatag?ının protein biles?enlerinin yapısı bozulur ve oran kollajen liflerinin lehine deg?is?ir. Ligamentum flavum hipertrofisine fibrozis es?lik eder. Fibrozis ile ilerleyen hastalıklarda kollajen tip 1,3,5,6,8 ekspresyonun arttıg?ı gösterilmis?tir. Çalıs?mamız ligamentum flavum fibrozisinde artan kollajen yapılarının olası miRNA ekspresyonu ile ils?kisini irdelemeyi amaçlamaktadır. Yapılan çalıs?malarda kollajen ekspresyonlarının du?zenlenmesinde miRNA29B, miRNA143, miRNA221, miRNA27B, ADAMTS2, TNXB, SLC39A1 gibi birçok mikro RNA ve yapısal du?zenleyici protein ilis?kili gösterilmis?tir. Çalıs?mamız lomber dar kanal hastalarındaki ligamentum flavum stenozunun fizyopatolojisini klinik, radyolojik ve moleku?ler olarak aydınlatmayı amaçlamaktadır. Ligamentum flavum fibrozisi ile ilis?kili kollajen, mi-RNA ları ve kollajen du?zenleyici proteinleri saptayarak hastalıg?ın tanı ve tedavisine katkı sag?layacak teropatik hedef bulmayı amaçlamaktadır.Öğe Meme karsinomlarında tümör tomurcuklanmasının prognostik parametreler ile ilişkisi(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2022) Usta, İnci; Deniz Yalta, TülinMeme kanseri, kadınlarda en sık görülen ve ölüme en sık neden olan kanserdir. Meme kanseri, farklı biyolojik ve klinik davranışlar sergileyen heterojen bir malignitedir. Vakaların çoğunluğunu özel tipte olmayan invaziv meme karsinomları oluşturur. Çalışmamıza, tümör tomurcuklanmasının prognostik parametrelerle karşılaştırılması amacıyla özel tipte olmayan invaziv meme karsinomu tanılı 278 vaka dahil edildi. Vakalara ait tümör odak sayısı, tümör boyutu, histolojik tümör derecesi, patolojik tümör evresi, lenf nodu durumu, lenfatik, kan damarı ve perinöral invazyon durumu, eşlik eden in situ duktal karsinom varlığı, biyobelirteçler ile tanımlanan alt tipleri ve Ki-67 proliferasyon indeksi değerlendirilmiştir. Tanı yaşı, rekürrens ve ölüm durumu, genel sağkalım ve hastalıksız sağkalım süreleri kaydedilmiştir. Elde edilen bulgulara göre, yüksek dereceli tümör tomurcuklanmasının daha büyük tümör boyutu, daha ileri patolojik tümör evresi, lenf nodu metastazı, lenfatik invazyon ve kan damarı invazyonu, artmış rekürrens ve ölüm riski ile ilişkili olduğu, genel sağkalım ve hastalıksız sağkalım süresini kısalttığı saptanmıştır. Vakalar patolojik tümör evrelerine göre ayrıldığında, yüksek dereceli tümör tomurcuklanmasının patolojik tümör evresi 1, 2 ve 3 ise lenf nodu metastazını ve lenfatik invazyonu arttırdığı görüldü. Vakalar biyobelirteçler ile tanımlanan alt tiplere göre gruplandırıldığında, yüksek dereceli tomurcuklanma ile luminal A, luminal B (insan epidermal büyüme faktör reseptörü 2 negatif / pozitif) ve triple negatif meme karsinomu olan vakalarda lenf nodu metastazının ve lenfatik invazyonun arttığı görüldü. Ek olarak, yüksek dereceli tomurcuklanması ile luminal A vakalarda artmış tümör boyutu, insan epidermal büyüme faktör reseptörü 2 pozitif vakalarda azalmış hastalıksız sağkalım, triple negatif meme karsinomu vakalarında ise artmış rekürrens riski, azalmış hastalıksız sağkalım arasında anlamlı ilişki tespit edildi. Sonuç olarak, meme karsinomlarında tümör tomurcuklanması, rutin pratikte kolaylıkla kullanılabilir. Olumsuz prognostik bir histolojik parametre olarak faydalı olabileceği ve hastaların klinik yönetimine katkı sağlayacağı düşünülmektedir.Öğe Guinea pig'de gürültüye bağlı işitme kaybında intratimpanik PRP uygulamasının etkisinin değerlendirilmesi(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2022) Erdoğan, Hilal; Yağız, RecepGuinea piglerde gürültüye bağlı işitme kaybında intratimpanik PRP uygulamasının etkinliğini değerlendirdiğimiz çalışmamızda, ABR ile normal işitme eşiği ve DPOEA ile emisyon varlığı saptanan 32 adet erişkin pigmente Hartley suşu kobayın 8 adedi kan donörü olarak ayrılmış, geri kalan 24 adet kobay 6-10 kHz frekansında, geniş band formunda, 110+/5 dB SPL şiddetinde gürültü uygulamasına günde 90 dakika olmak üzere ardışık 3 gün süreyle maruz bırakılarak gürültüye bağlı işitme kaybı modellemesi yapılmıştır. Gürültüye maruziyet sonrası tüm kobaylarda son gürültü dozu sonrası elektrofizyolojik ölçümler tekrarlanmıştır. Ardından randomize olarak 3 gruba ayrılarak her gruptaki kobayların rastlantısal olarak seçilen birer kulaklarına Grup 1’de yer alan kobaylar için serum fizyolojik, Grup 2’de yer alan kobaylar için 4 mg/ml deksametazon, Grup 3’te yer alan kobaylar için ise kan donörü grubundaki kobaylardan intrakardiyak yolla alınan kandan hazırlanan allojenik PRP; son gün gürültü maruziyeti sonrası ilk 8 saat içerisinde olacak şekilde intratimpanik yolla tek doz enjeksiyon yapılmıştır. İkinci ölçümler ve enjeksiyonlar sonrası 7. günde tüm gruplarda elektrofizyolojik ölçümler tekrarlanmış ve sakrifikasyon sonrası ultrastrüktürel incelemeler için tüm kobayların temporal kemikleri hazırlanmış, kokleadaki tüy hücre hasarı ve koklea dejenerasyonu istatistiksel olarak karşılaştırılmıştır. Tüm gruplarda, çalışılan tüm DPOAE frekansları SNR ortalamalarınıngrup içi karşılaştırmasında bazal ölçüm-gürültü sonrası ölçüm ile bazal ölçüm-son ölçüm arasında istatistiksel anlamlı değişim izlendi (p<0,05). Ancak gürültü sonrası ölçüm ile son ölçüm arasında tüm gruplarda ve tüm frekanslarda SNR değer ortalamalarında son ölçümde yükselme gözlenmiş olsa da istatistiksel anlamlı fark elde edilemedi. Son ölçüm açısından gruplar arası ortalama SNR değerlerinde 3130 Hz haricindeki frekanslarda anlamlı fark saptanmadı. 3130 Hz’de Grup 3’ün SNR ortalaması (12,3 ± 5), Grup 1’den (8,6 ± 5,7) anlamlı ölçüde yüksekti. Tone burst ABR eşikleri açısından grup içi değerlendirmede bazal ölçüm- gürültü sonrası ölçüm arasında, gürültü sonrası ölçüm-son ölçüm arasında ve bazal ölçüm-son ölçüm arasında Grup 1 ve 2’de istatistiksel olarak anlamlı değişim mevcuttu. Ancak Grup 3’te 1000 Hz’de bazal ölçüm ile son ölçüm arasında (p=0,07), 12000 Hz’de gürültü sonrası ölçümson ölçüm arasında (p=0,054) ve 16000 Hz’de gürültü sonrası ölçüm-son ölçüm arasında (p=0,07) istatistiksel anlamlı fark saptandı. Bazal ölçüm-son ölçüm arası eşik değer değişim ortalaması 1000 Hz ve 4000 Hz’de Grup 3’te diğer gruplara göre daha düşüktü ve istatistiksel açıdan anlamlı fark mevcuttu. Klik ABR verileri açısından gruplar arasında son ölçümlerde 1. dalga amplitüdü Grup 3’te Grup 1 ve 2’ye göre anlamlı ölçüde yüksekti (p=0,027), bunun dışında anlamlı farklılık yoktu. Scanning elektron mikroskopi ile yapılan değerlendirmede kan donörü olarak kullanılan, manipülasyon yapılmayan kobay kulaklarına ait örneklerde morfoloji normal iken,deney gruplarında yer alan, gürültüye maruz kalan ancak intratimpanik manipülasyon yapılmayan kulaklara ait örneklerde ağır dereceli dejenerasyon saptandı. Serum fizyolojik uygulaması yapılan grupta (Grup 1) ağır, deksametazon uygulanan grupta (Grup 2) orta, PRP uygulanan grupta (Grup 3) hafif dereceli dejenerasyon saptanmış olup Grup 3’te görülen bulgular Grup 1 ve 2’den istatistiki olarak anlamlı izlendi. Bu çalışmada gürültüye bağlı işitme kaybında intratimpanik PRP uygulamasının; morfolojik açıdan rejenerasyon üzerine olumlu etkisinin bulunduğunu, kısa izlem sürelerinde elektrofizyolojide sınırlı düzeyde değişimler saptanabildiğini, rejenerasyonun işitme eşiği ve elektrofizyolojik bulgulara yansıması için daha uzun izlem sürelerine ihtiyaç bulunduğunu ifade edebilmekteyiz.Öğe Preoperatif anestezi değerlendirmesinde hastaların anestezi hakkındaki bilgi kaynağı olarak internet kullanımının değerlendirilmesi(Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2022) Bücük, Ufuk Sezgin; Çolak, AlkinTeknoloji ve internetin gelişmesi ile birlikte bilgiye erişim kolaylaşmıştır. Anestezi konusunda hastalar merak ettikleri bilgileri diğer sağlık konularında olduğu gibi internet üzerinde aramaktadırlar. Bu çalışmada anesteziyoloji polikliniğine elektif olarak cerrahi operasyon, anestezi altında girişim ya da görüntüleme yapılması amacıyla preoperatif olarak başvuran hastaların internet kullanım alışkanlıklarının belirlenmesi amacıyla anket uygulanmıştır. 18 yaş üstü toplam 616 olguya anket uygulanmıştır. 3 bölümden oluşan ankette ilk kısımda yaş, cinsiyet, eğitim, çalışma, işlem uygulanacak bölüm, geçmiş anestezi öyküsü, anesteziyi kimin uygulayacağı, anestezi konusunda kimden bilgi alındığı, cerrahi işlem konusunda nereden araştırma yapıldığı, anestezi hakkında bilgi verilirken nelerin öğrenilmek istendiği, anestezi konusunda internetten araştırma yapılmadı ise neden araştırma yapılmadığı ve internet kullanımının olup olmadığı sorgulandı. İkinci bölümde internet kullanıcısı olan olgulara internet erişimi için kullandıkları cihazların neler olduğu, günlük internet kullanım süreleri, bilgi almak için kullandıkları internete siteleri, anestezi konusunda internet sitesi tercihleri ve kullanmayı kabul edip etmemeleri, bilgi tercihinde materyal seçimi, teletıp yöntemi ile anestezi onayına bakış açıları ve anestezi ile alakalı internette araştırma yapıp yapmadıkları sorgulandı. Üçüncü bölümde internette anestezi ile alakalı araştırma yapmış olan hastalara araştırdıkları konuların ne olduğu, bilgiye erişimde internetin faydalı olup olmadığı, endişelerini giderip gidermediği ve bilgilerin doğru ve yeterli olup olmadığı sorgulandı. Genç, eğitim düzeyi yüksek olan olguların internet kullanımının yüksek olduğu, bilgiye erişimde interneti daha çok tercih ettikleri gözlendi. İnternet kullanım oranlarının düşük olmasına rağmen internette anestezi ile alakalı araştırma yapma oranlarının yüksek olduğu bulundu. İnternette anestezi hakkında araştırma yapanların benzer şekilde genç ve eğitim düzeyi yüksek olgularda daha sık olduğu bulundu. İnternetteki bilgilerin doğruluğu ve endişeleri giderme konusunda yetersiz kaldığı ancak internet kullanımını olguların faydalı bulduğu saptandı. COVID-19 pandemisinin getirmiş olduğu endişelerin mevcut olduğunu ancak bununla birlikte teletıp yöntemine yeterli ilginin olmadığını gözlemledik. Anestezi ve cerrahi konusunda bilgiye erişimde arama motorlarının sıklıkla kullanıldığı ancak önerilmesi halinde sağlık bakanlığı ve hastanemiz web sitelerinin tercih edileceğini tespit ettik. Doğru bilgiye erişimde hastalarımıza daha faydalı olmak için hastalarımızı uygun internet sitelerinin kullanımına teşvik etmemiz gerektiğini düşünmekle birlikte kendi hastanemiz internet sitesinde düzenlemelere gitmemiz gerektiğini düşünmekteyiz.