Yazar "Gürcan, Şaban" seçeneğine göre listele
Listeleniyor 1 - 20 / 22
Sayfa Başına Sonuç
Sıralama seçenekleri
Öğe Aggregatibacter actinomycetemcomitans Kaynaklı Olası Enfektif Endokardit Olgusuna Mikrobiyolojik Yaklaşım(2016) Kuloğlu, Hüsnüye Figen; Karadenizli, Aynur; Ünlü, Selahattin; Kuşkucu, Mert Ahmet; Gürcan, ŞabanAggregatibacter (Actinobacillus) actinomycetemcomitans, küçük, gram-negatif boyanan kokobasil morfolojisinde, zor üreyen, müşkülpesent bir bakteri olup, sıklıkla ağız boşluğunda kolonize olmaktadır. İzolasyonunun güç olmasının da etkisiyle, çok sık karşılaşılmayan fakat diş ile ilgili enfeksiyonlar ve özellikle protez kapak öyküsü olan kişilerde enfektif endokardit (EE) etkeni olabilen bir bakteridir. Bu raporda, aort kapak replasmanı öyküsü olan bir hastada gelişen A.actinomycetemcomitans kaynaklı olası EE olgusu sunulmaktadır. Otuz altı yaşındaki erkek hasta, üşüme, titreme, aralıklı yüksek ateş, halsizlik, yaygın eklem ağrısı ve kilo kaybı (yaklaşık 20 kg) şikâyetleriyle Trakya Üniversitesi Sağlık Araştırma ve Uygulama Merkezine başvurmuştur. Hastanın izlemi sürecinde, üç hafta arayla alınan kan kültürlerinde aynı gram-negatif kokobasil morfolojisinde bakteri üremesi saptanmıştır. Olguya, bir majör (iki farklı kan kültüründe EE etkeni olabilecek tipik mikroorganizmaların üremesi) ve iki minör (protez kapak varlığı ve ateş yüksekliği) kriteri karşılaması nedeniyle olası EE tanısı konulmuştur. İzole edilen suş konvansiyonel yöntemlerle tanımlanamamış, VITEK 2 (bioMerieux, Fransa) cihazı ile yapılan tanımlamada Francisella tularensis olarak isimlendirilmiş, fakat gerçek zamanlı Taqman polimeraz zincir reaksiyonu ile bu sonuç doğrulanamadığından, bakteri MALDITOF kütle spektrofotometre yöntemi ile tanımlanmaya çalışılmıştır. Bu yöntem ile yapılan ilk çalışmada, bakteri Shigella dysenteriae olarak, ertesi gün yapılan test tekrarı sonucunda ise A.actinomycetemcomitans olarak isimlendirilmiştir. Birbirinden farklı çıkan sonuçları netleştirmek için 16S ve 23S ribozomal DNA dizi analizi uygulanmış ve sonuçta izolat A.actinomycetemcomitans olarak tanımlanmıştır. Olgunun ilk şüpheli etken isimlendirme sonucu (F.tularensis) dikkate alınarak başlanan doksisiklin (2 x 100 mg po, 20 gün) ve streptomisin (2 x 10 mg/kg im, 10 gün) tedavisinin beşinci gününde kan kültüründe üreme olmamış ve hastanın yakınmaları gerilemiştir. Tedavinin 21. gününden itibaren doksisikline rifampisin eklenerek tedaviye devam edilmiş ve hasta şifa ile taburcu edilmiştir. Sonuç olarak, A.actinomycetemcomitans ve bunun gibi nadir görülen hastalık etkenlerinin isimlendirmeleri, laboratuvarların imkânları dâhilinde zor ve zaman alıcı olabilir. Nadir izolatların isimlendirmesinde karşılaşılan sorunları aşmak için, özellikle de olgunun kliniği ile uyumun olmadığı durumlarda, klasik yöntemlerin yanında diğer tanı yöntemlerinin de kullanılması zorunlu hale gelebilir. Bu olgu, EE hastalarında A.actinomycetemcomitans'ın nadiren izole edilen bir etken olması ve otomatize sistemler ile mikroorganizmaların isimlendirmesinde karşılaşılabilecek çeşitli sorunlara örnek olabilecek bir olgu olması nedeniyle sunulmuşturÖğe Bolu-Gerede-Yazıkara Köyü'nde tularemi epidemisi(2003) Otkun, Tatman Müşerref; Arıkan, Osman; Gedikoğlu, Suna; Özer, Burçin; Gürcan, Şaban; Otkun, Ali MetinTularemi, Türkiye'de su kaynaklı epidemiler oluşturabilen, nadir bildirilen bir hastalıktır. Gerede Devlet Hastanesi'ne aynı köyden, aynı hafta içinde benzer yakınmalarla başvuran beş hastada tularemi düşünüldü. Mikroaglütinasyonla tularemi antikorları erken dönemde negatif olan hastaların dördünde dördüncü ayda antikorların geliştiği saptandı. Salgının kaynağını ve büyüklüğünü saptamak için olguların geldiği hafta ve dördüncü ayda köye gidildi. Köyde yaşayan toplam 108 kişinin incelenmeleri sonucunda salgından ilk beş olgu da dahil 21 kişinin etkilendiği, tularemi antikorlarının 17'sinde >1/80, birinde 1/40 dilüsyonda pozitif olduğu, üç kişinin seronegatif kaldığı belirlendi. Semptomatik 17 olgunun 17'sinde servikal lenfadenopati, 14'ünde ateş 13'ünde boğaz ağrısı, sekizinde konjunktivit, dördünde döküntü, birinde öksürük vardı. Dört olgu semptomsuzdu. Hastalar aminoglikozit+tetrasiklin tedavisinden yararlandı. Şebeke suyu ve üç adet kaynak suyunun bakteriyolojik açıdan kirlenmiş olduğu saptandı, ancak glikozlu-sistinli besiyerinde Francisella tularensis üretilemedi. Bolu İli sınırları içinde daha önceden tularemi olgusu bildirilmediği için başlangıçta bu hastaların tanısı atlanmış olup tularemi, yukardaki yakınmalarla gelen hastaların ayırıcı tanısında düşünülmelidir.Öğe A Case Report on Aspergillus lentulus Pneumonia(2013) Gürcan, Şaban; Tikveşli, Melek; Üstündağ, Sedat; Ener, BeyzaBackground: Aspergillus lentulus was described as a new species in 2005 but it was isolated from Turkey for the first time. Case report: A. lentulus was isolated as the cause of pneumonia from a patient who had renal transplantation 4 months ago. The patient received immunosuppressive treatment after transplantation. A. lentulus was isolated from his sputum as an agent in pneumonia developed 4 months after the transplantation. Leukocytes, blastospores, and hyphae were seen in both Gram- and Giemsa-stained smears of the sputum. The isolate was identified by using the Maren A. Klich algorithm and molecular methods and confirmed by the reference laboratory of the CBS Fungal Biodiversity Centre (The Netherlands). In the susceptibility tests of the isolate, minimal inhibitory concentrations for amphotericin B, voriconazole, posaconazole, and caspofungin were found to be 0.5 µg/mL, 0.25 µg/mL, 0.125 µg/mL, and 0.25 µg/mL, respectively. The patient recovered with voriconazole treatment (2x200 mg/day).Conclusion: The use of the molecular tests is important for identification of A. lentulus strains because they are very easily confused with A.fumigatus strains according to phenotypic characteristics.Öğe Combined Effects of Tauroursodeoxycholic Acid and Glutamine on Bacterial Translocation in Obstructive Jaundiced Rats:(2013) Hatipoğlu, Ahmet Rahmi; Oğuz, Serhat; Gürcan, Şaban; Yalta, Tülin Deniz; Albayrak, Doğan; Erenoğlu, Cengiz; Sezer, Yavuz AtakanBackground: Bacterial Translocation is believed to be an important factor on mortality and morbidity in Obstructive Jaundiced. .Aims: We investigated the probable or estimated positive effects of tauroursodeoxycholic acid, which has antibacterial and regulatory effects on intestinal flora, together with glutamine on BT in an experimental obstructive jaundiced rat model. Study Design:Animal experimentation.Methods: Forty adult, male, Sprague Dawley rats were used in this study. Animals were randomised and divided into five groups of eight each: sham (Sh); control (common bile duct ligation, CBDL); and supplementation groups administered tauroursodeoxycholic acid (CBDL+T), glutamine (CBDL+G), or tauroursodeoxycholic acid plus glutamine (CBDL+TG). Blood and liver, spleen, MLN, and ileal samples were taken via laparotomy under sterile conditions for investigation of bacterial translocation and intestinal mucosal integrity and hepatic function tests on the tenth postoperative day. Results: There were statistically significant differences in BT rates in all samples except the spleen of the CBDL+TG group compared with the CBDL group (p=0.041, p=0.026, and p=0.041, respectively). Conclusion: It is essential to protect hepatic functions besides maintaining intestinal mucosal integrity in the active struggle against BT occurring in obstructive jaundice. The positive effect on intestinal mucosal integrity can be increased if glutamine is used with tauroursodeoxycholic acid, which also has hepatoprotective and immunomodulatory features.Öğe COVID-19 Pandemisinde Bir Mikrobiyoloji Laboratuvarı İş Akışı: Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Deneyimi(2021) Davarcı, İsmail; Gürcan, Şaban; Kaplan, BerrakAmaç: Koronavirüs hastalığı-2019 (COVID-19) salgını ilk olarak Çin’de başlamış olup tüm dünyaya yayılmıştır. Ülkemizde salgın yönetimi Sağlık Bakanlığı koordinesinde yapılmaktadır. İlimizdeki olgu artış hızının aylar içinde değişmesiyle birlikte hastanemizde oluşan ihtiyaçlara tıbbi mikrobiyoloji laboratuvarı olarak eksiksiz cevap verilmiştir. Bu çalışmada bu deneyimlerimizi aktarmak ve pandeminin ilk yedi ayında koronavirüs laboratuvarına gelen örneklerin retrospektif analizini yapmak amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Pandemi sürecinde güvenli bir çalışma ortamı oluşturmak ve iş akışını organize etmek için laboratuvar içinde birtakım değişiklikler yapılıp rehber haline getirilmiştir. Ayrıca 21.03.2020-21.10.2020 tarihleri arasında koronavirüs laboratuvarına gelen Şiddetli akut solunum sendromu koronavirüs-2 (SARS-CoV-2) polimeraz zincir reaksiyonu (PZR) ve anti-SARS-CoV-2 antikor testleri retrospektif olarak taranmıştır. Bulgular: Laboratuvarımızda toplam 73.773 SARS-CoV-2 PZR testi, 1.170 anti SARS-CoV-2 antikor testi çalışılmıştır. Toplam PZR pozitifliğinin %2,7, antikor pozitifliğinin ise %1,9 olduğu tespit edilmiştir. Sonuç: PZR pozitiflik oranları incelendiğinde alınan önlemler ile ilk aydan sonra dramatik bir düşük gözlenmekte ve bu düşüş beşinci aya kadar devam etmektedir. Önlemlerin gevşetilmesi ile altıncı ve yedinci aylarda PZR pozitifliğinin tekrar yükseldiği görülmektedir. Pandeminin ilk aylarında elde ettiğimiz deneyimlerimizin diğer laboratuvarlar için değerli bilgiler sağlayabileceği düşünülmektedir.Öğe Dermatofitozlarda etkenlerin ve risk faktörlerinin araştırılması: hastane bazlı bir çalışma(2008) Gürcan, Şaban; Tikveşli, Melek; Eskiocak, Muzaffer; Kılıç, Haluk; Otkun, Ali MetinBu çalışmada, dermatofitozlu hastaların klinik örneklerinden izole edilen dermatofitlerin dağılımı ve dermatofitozlar için risk faktörlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Ocak-Aralık 2005 tarihlerinde gerçekleştirilen çalışmaya, 301 hastaya (151'i erkek; yaş aralığı 2 ay-80 yıl; medyan yaş: 42 yıl) ait 441 deri, tırnak ve saç/saçlı deri örneği ile 221 kontrol bireye (110'u erkek; yaş aralığı 5-75 yıl; medyan yaş: 36 yıl) ait 884 el ve ayak derisi ile tırnak örnekleri dahil edilmiştir. Tüm örnekler direk mikroskopik (DM) olarak incelenmiş ve kültürleri yapılmıştır. Hastaların 63'ünde hem kültür hem de DM inceleme ile, yedisinde sadece kültür ile, 51'inde ise sadece DM ile olmak üzere toplam 121'inde (%40.2) dermatofit varlığı saptanmıştır. Kültür pozitif 70 hastaya ait 92 örneğin dokuzunda (%9.8) DM incelemede mantar elemanları görülmemiş, buna karşın DM pozitif olan 114 hastaya ait 168 örneğin 85'inde (%50.6) kültürde üreme saptanmamıştır. DM pozitif, kültür negatif olan hastaların %23.5'inin (12/51) daha önceden antifungal tedavi aldığı belirlenmiştir. Kültürlerden en sık izole edilen etken %68.4'lük oran ile Trichophyton rubrum (63/92) olmuş, bunu 17 (%18.4) izolat ile T.mentagrophytes; 3 (%3.3) izolat ile T.violaceum;, ikişer izolat ile T.verrucosum, T.tonsurans ve Epidermophyton floccosum (%2.2); birer (%1.1) izolat ile T.schoenleini, Microsporum canis ve Trichophyton sp. izlemiştir. Kültür pozitifliği olan hasta örneklerinin %45'i ayak derisine aittir. Kontrol grubundaki bireylerde dermatofit varlığı ise %3.2 (7/221) olarak belirlenmiş, bunlardan beşinin (%2.3) ayak derisinden T.rubrum, ikisinin (%0.9) ayak derisinden ise T.mentagrophytes izole edilmiştir. Örneklerin yaklaşık %42'sinin Aralık-Şubat döneminde başvuran hastalara ait olduğu izlenmiştir. Dermatofitozların risk faktörleri kontrollerle karşılaştırmalı olarak incelendiğinde; travmaya maruziyet, evcil hayvanlarla temas, abdest alma ve diabetes mellitus varlığının dermatofitoz riskini etkilemediği; erkek cinsiyetin, aile bireylerinde mantar hastalığı varlığının, belirli mesleklerin (çiftçi, işçi, emekli) ve immün süpresif ilaç kullanımının dermatofitoz riskini artırdığı belirlenmiştir. Dermatofitozlu olgu sayısı 20 yaşından itibaren artmaya başlamış ve 40-59 yaşları arasında en yüksek düzeye ulaşmıştır. Sonuç olarak, çalışmamızda dermatofitozlu hastalardan en sık izole edilen dermatofit türü T.rubrum, en sık rastlanılan klinik form da tinea pedis olarak belirlenmiş ve yüksek morbiditeye sahip yüzeyel mantar enfeksiyonlarında erken tanı ve etkin tedavinin büyük önem taşıdığının bir kez daha vurgulanması gerektiği düşünülmüştür.Öğe Edirne Merkez İlköğretim Okulları öğrencilerinde pedikulus humanus kapitis ve tinea kapitis sıklığı(2005) Otkun, Tatman Müşerref; Gürcan, Şaban; Özer, Burçin; Ertem, Arzu; Şakru, Nermin; Otkun, Ali MetinAmaç: Bu çalışmada Edirne Merkez İlköğretim Okulları öğrencilerinde pedikulus humanus kapitis ve tinea kapitisin görülme sıklığı ve tinea kapitis yapan etkenlerin saptanması amaçlandı. Olgular ve Yöntemler: 2003 yılı Nisan ve Mayıs aylarında Edirne merkezindeki 34 ilköğretim okulunda 12.868 öğrenci tarandı. Saç ve saçlı deride lezyon görülenlerin lezyonlu bölgelerinden, saç teli ve saçlı derilerinden kazıntı örneği alındı. Alınan örneklerden KOH ile direkt mikroskobik inceleme ve sikloheksimidli Sabouraud dekstroz agarda mantar kültürü yapıldı. Bulgular: Toplam 698 (%5.4) öğrencinin başında pedikulusun sirke, nimf veya olgun şekli saptandı. Kız öğrencilerdeki pozitiflik (%10.3) erkek öğrencilerdekinden (%0.9) daha yüksekti (p<0.001). Enfestasyon oranı en az yedi yaş altında (%3.4) bulundu (p<0.001). Sosyo-ekonomik düzeyi düşük ailelerin bulunduğu bölgelerde bitlenme oranı daha yüksekti (p<0.001). Hiçbir öğrencide tinea kapitise rastlanmadı. Sonuç: Pedikulus humanus kapitisin Edirne’de bir halk sağlığı sorunu olmaya devam ettiği görüldü. Eradikasyon için aileler, öğretmenler ve sağlık çalışanları tarafından öğrencilerin periyodik kontrollerinin yapılması, hasta kişilerin tedavi edilmesi, alt yapı hizmetlerinin iyileştirilmesi, etkenden nasıl korunulması gerektiği üzerine sürekli eğitim verilmesinin yerinde olacağı sonucuna varıldı.Öğe Edirne'de 1994-2002 yılları arasında saptanan sıtma olgularının özellikleri(2004) Tuğrul, Murat; Gürcan, Şaban; Otkun, Ali Metin; Otkun, Tatman Müşerref; Ay, GazanferBu çalışmada, Edirne ilinde görülen sıtma olgularının epidemiyolojik özelliklerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Edirne İli Sıtma Savaş Birimi ve Sağlık Ocaklarında çalışan sağlık personeli tarafından 1994-2002 yılları arasında askerlerden "seçici aktif", diğerlerinden "aktif ve pasif" sürveyans yöntemiyle 317.087 kişiden kan alınarak Plasmodium varlığı aranmış ve parazitin saptandığı 281 olgunun özellikleri irdelenmiştir. Olguların 238'i (%84.7) ilk üç yılda ve en çok Eylül ayında tespit edilmiştir. Yerli olgular çeltik ekiminin yoğun yapıldığı ilçelerde, hariçten gelen olgular ise askeri personelin yoğun bulunduğu ilçelerde belirlenmiştir. Hariçten gelen olguların %62'sinin Diyarbakır, Batman ve Şanlıurfa'dan geldikleri görülmüştür. Etken; olguların 280'inde Rvivax olarak ayırt edilirken birinde P. ovale olarak tanımlanmıştır. Bu P.ovale olgusu Türkiye'de şimdiye kadar saptanmış ilk ve tek olgu olup Afgan uyruklu bir öğrenciye aittir. Çeltik üretiminin yoğun olarak yapıldığı bölgelerde sivrisineklerle mücadeleye verilen önemin artması ve özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesinden gelenler olmak üzere asker popülasyonunun sıtma açısından dikkatle izlenmesi sonunda, Edirne'de sıtma kontrolünde başarı sağlanmıştır.Öğe Epidemiology of Tularemia(2014) Gürcan, ŞabanTularemia is considered to have existed in Anatolia for several thou-sand years. There are suspicions regarding its use in biological war-fare in the Neshite-Arzawan conflict. The causative agent of tularemia may have first been used as a biological weapon in 1320-1318 BC. The disease has recently become a significant re-emerging disease globally as well as in Turkey. In the period of 2001-2010, Kosovo had the highest annual incidence in Europe at a rate of 5.2 per 100,000. Sweden, Finland, Slovakia, Czech Republic, Norway, Serbia-Mon-tenegro, Hungary, Bulgaria, and Croatia follow with rates of 2.80, 1.19, 1.0, 0.81, 0.42, 0.4, 0.36, 0.21, and 0.15 per 100,000 people, respectively. Tularemia in Turkey was first reported in the soldiers living in the region very close to the Kaynarca Stream of Thrace in 1936. It has started to gain more and more importance, especially in recent decades in Turkey, due to a very high number of cases and its spread throughout the country. A total of 431 tularemia cases were re-corded in Turkey in 2005, but a significant reduction was observed in the number of the cases in the next three years; the number of patients decreased to 71 in 2008. The number of cases increased again in 2009 and continued in subsequent years. The number of cases reached 428, 1531, 2151, and 607 in 2009, 2010, 2011, and 2012, respectively. The number of cases peaked in 2011 in Turkey, and was in fact higher than the total number of cases in all European Union countries. The number of cases is higher in females than males in Turkey. In Turkey, 52% of cases of tularemia diagnoses occur from December to March and the most common clinical presentation is the oropharyngeal form caused by contaminated water. Rodents are the most likely sources of tularemia outbreaks in Turkey as well as in Kosovo. Organisms such as ticks, flies and mosquitoes are vectors of tularemia transmission to mammals. Because ticks can carry the bacteria by both transovarial and transstadial transmission, they play a role in the life cycle of tularemia as both reservoir and vector.Öğe Financisella tularensis ve Türkiye'de tularemi(2007) Gürcan, ŞabanGram negatif küçük bir aerobik basil olan Francisella tularensis, ilktanımlandığı yer (Tulare, Kaliforniya) ve ilk tanımlayan araştırıcının adına (Edward Francis)izafeten isimlendirilmiştir. F.tularensis; tularensis (tip A biovarı), holarctica (tip B biovarı)ve mediasiatica olarak bilinen üç alt tür içermektedir. Nadir görülen ve özellikle kırsalbölgelerde ortaya çıkan hastalık, bakterinin sindirim veya solunum yoluyla alınması yada tavşan, diğer kemiriciler ve kan emen artropodlar ile direk teması sonucu bulaşır.Hastalığın inkübasyon süresi ortalama 3-5 gün olup 1-21 gün arasında değişebilir.Enfeksiyon, tifoidal, pnömonik, oküloglandüler, orofarengeal, ülseroglandüler veglandüler formda ortaya çıkabilmektedir. Semptomlar hastalığın tipine göre değişiklikgösterir. F.tularensis subsp. tularensis daha ziyade ülseroglandüler formda hastalıkoluşturur; bu enfeksiyonların seyri daha ağır olup tedavi edilmeyen olgularda mortalite%5-60 arasında değişebilir. Buna karşın daha ziyade orofarengeal formda klinik tablooluşturan F.tularensis subsp. holarctica’nın ise virülansı düşüktür ve Avrupa’da tularemihastalığının başlıca etkenidir. Ülkemizde de bu alt türün bulunduğunu düşündürenbulgular vardır. Bakterinin yüksek virülansa sahip olması ve kültürünün yapılmasındakizorluklar nedeniyle laboratuvar tanısı serolojik yöntemlere (mikroaglütinasyon veyaELISA) dayanmaktadır. Streptomisin ve gentamisin (10-14 günlük doz) tedavide ilkseçenek antibiyotiklerdir. Türkiye’de tularemi yeniden önem kazanan bir zoonoz halinegelmiştir. Ülkemizde bildirilen ilk tularemi epidemisi 1936 yılında Trakya bölgesinde(Lüleburgaz), ikinci epidemi ise 1945 yılında yine aynı bölgede ortaya çıkmıştır. Sonyıllarda ülkemizin değişik bölgelerinden tularemi salgınları bildirilmektedir. T.C. SağlıkBakanlığı, bu hastalığı 2005 yılında bulaşıcı hastalıkların bildirim sisteminde Grup Ciçine dahil ettiğinden tularemi ile ilgili güvenilir veriler alınmaya başlanmıştır. Bu verileregöre 2005 yılında çeşitli illerden toplam 431 kesin tularemi olgusu bildirilmiştir. Buderleme yazıda F.tularensis ve oluşturduğu hastalığın genel özellikleri ile tularemininTürkiye’deki durumu tartışılmaktadır.Öğe Hastane kökenli pnömonilerde sorumlu etkenler ve antimikrobiyal direnç değişimi(2006) Edis, Çakır Ebru; Otkun, Metin; Hatipoğlu, Osman N.; Gürcan, Şaban; Çağlar, Tuncay; Erkan, TülayHastane kökenli pnömoni, hastane infeksiyonları içinde en sık ölüme neden olan infeksiyondur. Bu çalışmanın amacı; Trakya Üniversitesi Hastane'sinde hastane kökenli pnömoni sıklığını, sorumlu etkenleri, direnç paternlerini ve bunların 10 yıllık süreç içindeki değişimlerini saptamaktır. Ekim 2003- Eylül 2004 tarihleri arasında hastane kökenli pnömoni hastalarından elde edilen mikrobiyolojik veriler retrospektif olarak değerlendirildi ve hastanede 10 yıl önce yapılmış çalışma sonuçları ile karşılaştırıldı. Hastane kökenli pnömoni hastane infeksiyonları içinde % 0.6 hızı ile üçüncü sıradan % 1.21 hızı ile birinci sıraya yükselmişti. Acinetobacter solunum yolu örneklerinde en sık saptanan etkendi ve sıklığı % 38.2'den % 44.5'e yükselmişti. Pseudomonas ise her iki çalışmada da ikinci sıklıkta yer aldı. Acinetobacter'in duyarlı olduğu antibiyotikler incelendiğinde, en yüksek etkinliğe sahip olan imipeneme duyarlılığın % 100'den % 35'e düşmesi çok dikkat çekiciydi. Sonuç olarak, hastane kökenli pnömoniler en önemli hastane kökenli infeksiyonlardır ve zaman içinde antibiyotik direnci büyük ölçüde artmıştır.Öğe İmmün sistemi sağlam bir konakta Alternaria alternata ile oluşan deri enfeksiyonu(2009) Gürcan, Şaban; Pişkin, Süleyman; Kılıç, Haluk; Temelli, Ay Baksel; Yalçın, Ömerİnsanda Alternaria alternata enfeksiyonları daha ziyade immün sistemi baskılanmış hastalarda bildirilmektedir. Bu raporda, immün sistemi sağlam konakta çok nadir bildirilen A.alternata ile oluşan bir deri enfeksiyonu olgusu sunulmaktadır. İki aydır sol malleol üzerinde bulunan 5 cm çapında kızarıklık ve deskuamasyon yakınması ile dermatoloji polikliniğine başvuran 71 yaşında erkek hasta, serum total immünglobulin ve kompleman düzeylerinin normal olması, anti-HIV negatifliği ve tanımlanan altta yatan başka bir hastalığının bulunmaması nedeniyle immün kompetan olarak değerlendirilmiştir. Hastanın farklı iki günde alınan deri kazıntı örneğinin KOH ile mikroskobik incelemesinde çok sayıda Alternaria sporları ve hifler görülmüştür. Yapılan mantar kültürlerinde üreyen izolat A.alternata olarak tanımlanmıştır. Alınan cilt biyopsi örneğinin patolojik incelemesinde hematoksilen-eozin boyama ile mantar elemanlarına rastlanmamış, ancak dokudan yapılan kültürde yine A.alternata üremesi saptanmıştır. Etkenin tanısı, bir referans merkezi (Mycology Section of Scientific Institute of Public Health, Belgium) tarafından doğrulanmış ve BCCM/IHEM kültür koleksiyonuna IHEM 22598 koduyla eklenmiştir. Yapılan in vitro antifungal duyarlılık testinde izolatın süspanse edilmesindeki sorunlar nedeniyle başarılı olunamamıştır. Hastaya oral itrakonazol 200 mg/gün ve bifonazol krem tedavisi başlanmış, tedavinin 19. gününde lezyonda gerileme saptanmıştır. Daha sonra 2 hafta da oral ve lokal terbinafin tedavisi alan hastanın 5 ay sonraki kontrolünde tamamen iyileştiği görülmüştür, iki farklı zamanda alınan deri kazıntı örneğinde etkenin mikroskobik olarak gösterilmesi ve kültürlerden izole edilmesi, ek olarak deri biyopsi örneğinin kültürlerinde de üretilmesi izolatın kolonizasyondan ziyade etken olduğu yönünde değerlendirilmesini sağlamıştır. Sunulan bu olgu, ulaşılabilen kaynaklar ışığında ülkemizde immün sistemi sağlam bir konakta saptanan ilk alternaryoz olgusu olup, saprofit olarak bilinen bu mantarların her zaman her konakta enfeksiyon potansiyelinin olduğunun vurgulanması açısından önem taşıdığı düşünülmektedir.Öğe İnvazif aspergillozlu olgulardan izole edilen aspergıllus spp. suşlarının antifungal duyarlılıkları(2010) Gürcan, Şaban; Tikveşli, Melek; Eryıldız, Canan; Evci, Canan; Ener, BeyzaÇevrede ve hastane ortamında yaygın olarak bulunan Aspergillus türleri, özellikle bağışıklık sistemi yetersiz ya da baskılanmış hastalarda ciddi morbidite ve mortalite etkenidir. Bu retrospektif çalışmada, hastanede yatan hastaların klinik örneklerinden etken olarak izole edilen Aspergillus spp. suşlarının antifungal duyarlılıklarının araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmaya, Ocak 2002-Ekim 2007 tarihleri arasında mantar enfeksiyonu şüphesi ile laboratuvarımıza gönderilen 569 hastaya ait toplam 678 örnek (420 solunum yolu örneği, 202 steril vücut sıvısı örneği, 56 biyopsi/doku örneği) dahil edilmiştir. Örnekler, beyin kalp infüzyonlu kanlı agar ve Sabouraud dekstroz agara ekilerek 25°C ve 35°C’de inkübe edilmiş; ayrıca tüm örneklerden hazırlanan Gram ve Giemsa boyalı preparatlar direkt mikroskobik olarak incelenmiştir. Küf mantarı üreyen örneklerde tanımlama konvansiyonel yöntemlerle yapılmış; olgularda “invazif aspergilloz” tanımı ise, Avrupa Kanser Araştırma ve Tedavi Kuruluşu, İnvazif Fungal Enfeksiyon Çalışma Grubunun aspergilloz tanı kriterlerine göre yapılmıştır. Çalışmada, tümünde malignite gibi altta yatan bir faktör olan 12 (%2.1) olgunun klinik örneklerinden (9 alt solunum yolu, birer asit, beyin biyopsisi ve plevral sıvı örneği) Aspergillus spp. izole edilmiş ve bu suşlar A.fumigatus (n= 8), A.flavus (n= 2) ve A.niger (n= 2) olarak tanımlanmıştır. İzolatların, kaspofungin, vorikonazol, itrakonazol ve amfoterisin B’ye karşı duyarlılıkları buyyon mikrodilüsyon yöntemiyle, posakonazole karşı duyarlılıkları ise E-test (AB Biodisk, İsveç) yöntemi ile araştırılmıştır. Aspergillus spp. suşlarında en düşük minimum inhibitör konsantrasyonu (MİK) değerleri kaspofungin ve posakonazol için (? 0.125 µg/ml); en yüksek MİK değerleri ise amfoterisin B için (? 1 µg/ml) tespit edilmiştir. Vorikonazol ve itrakonazol için, biri hariç tüm suşlarda MİK değerleri ? 0.5 µg/ml saptanırken, sadece bir A.niger suşunda itrakonazol için 2 µg/ml değeri elde edilmiştir. Diğer türlerin sayısının az olması nedeniyle, MİK50 değerleri sadece A.fumigatus için hesaplanmış ve A.fumigatus için en yüksek MİK50 değeri amfoterisin B (2 µg/ml) için saptanırken, en düşük MİK50 değerleri sırasıyla; posakonazol (0.064 µg/ml), kaspofungin (0.064 µg/ml), itrakonazol (0.25 µg/ml) ve vorikonazol (0.25 µg/ml) için belirlenmiştir. Sonuç olarak, suş sayımızın az olmasına rağmen, kaspofungin ve posakonazol için en düşük MİK değerlerinin tespit edilmiş olması, bu yeni antifungallerin hastanemizde aspergillozlu olguların tedavisinde akılda tutulması gereken seçenekler olduğunu vurgulamaktadır.Öğe Kene ısırığı öyküsü olan kişilerde anaplazmoz seropozitifliği(2010) Kılıç, Haluk; Gürcan, Şaban; Kunduracılar, Hakan; Eskiocak, MuzafferAmaç: Kene ısırığı öyküsü olan kişilerde anaplazmoz seropozitifliğinin araştırılması amaçlandı. Gereçler ve Yöntemler: Trakya Bölgesi kırsal alanlarında kene ısırığı öyküsü olan 116 kişi (89 erkek, 27 kadın; ort. yaş 43; dağılım 6-88) çalışmaya alındı. Bir anket formu ile risk faktörü olabilecek durumlar sorgulandı. Gönüllülerden alınan serumlar çalışma yapılıncaya kadar –70?C'lik derin dondurucuda saklandı. Serumlarda indirekt floresan antikor (IFA) yöntemi ile Anaplasma phagocytophilum antikorları araştırıldı. Bulgular: A. phagocytophilum antikorları 29 kişide (%25) pozitif bulundu. Anaplazmoz seropozitifliği için at/eşek teması bir risk faktörü olarak belirlendi. Sonuç: Trakya Bölgesi'nin kırsal alanlarında yaşayan, kene ile ısırılmış insanlarda A. phagocytophilum'a karşı gelişen antikorlar yüksek oranlarda saptanmıştır.Öğe Mikrobiyoloji Laboratuvarlarında Nadir İzole Edilen Bir Etken: Streptococcus uberis(2017) Eryıldız, Canan; Bukavaz, Şebnem; Gürcan, Şaban; Hatipoğlu, Osman NuriStreptococcus uberis, sığır mastitlerinin önemli bir kısmından sorumlu gram-pozitif bakteridir. Bakteri nadiren insan enfeksiyonları ile de ilişkili bulunmuştur. Konvansiyonel fenotipik yöntemler bakterinin tanımlamasında yetersiz olabilmekte ve mikrobiyoloji laboratuvarlarında bakteri diğer streptokoklar ve enterokoklar ile karıştırılabilmektedir. Günümüzde, S.uberis izolatlarının doğru bir şekilde isimlendirilmesinde moleküler yöntemler önerilmektedir. Bu raporda S.uberis'in neden olduğu alt solunum yolu enfeksiyonu olgusu ve etkenin tanımlanmasında kullanılan mikrobiyolojik yöntemlerin sunulması amaçlanmıştır. Altmış altı yaşında akciğer yassı epitel hücreli kanser tanısı olan ve radyoterapi alan erkek hasta kontrol amaçlı hastanemize başvurmuştur. Çekilen akciğer grafisi sonrası "kaviter tümör, akciğer apsesi" ön tanılarıyla hastanemize yatırılmıştır. Yatışın ertesi günü alınan kan kültüründe üreme olmazken, balgam kültüründe hastanın oral lezyonlarına bağlı olduğu düşünülen Candida albicans üremesi saptanmıştır. Hastanın yatışından 2 hafta sonra hastada öksürük şikayeti olması ve oskültasyonda "tuber sufl" duyulması üzerine hastadan kültür için balgam örneği alınmıştır. Balgamın Gram boyama ile yapılan yayma mikroskopisinde bol lökosit ve gram-pozitif koklar görülmüş ve %5 koyun kanlı agar ve çikolata agarda S.uberis üremesi saptanmıştır. Bakteri tanımlaması ve antibiyotik duyarlılık testleri VITEK 2 (Biomerieux, Fransa) cihazında yapılmış ve matriks ile desteklenmiş lazer desorpsiyon/iyonizasyon uçuş zamanı kütle spektrometresi (MALDI-TOF MS) temelli VITEK MS cihazı ile yine S.uberis olarak tanımlanmıştır. İzolat ampisilin, eritromisin, klindamisin, levofloksasin, linezolid, penisilin, sefotaksim, seftriakson, tetrasiklin ve vankomisine duyarlı olarak bulunmuştur. 16S, 23S ribozomal RNA ve 16S-23S intergenik spacer gen bölgeleri özgül primerler ile çoğaltılmış ve parsiyel 16S rRNA polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) ürünlerinin DNA dizi analizi 3500xL (Applied Biosystems, ABD) cihazı ile yapılmıştır. Parsiyel 16S rRNA gen dizileme sonucuna göre bakteri S.uberis olarak doğrulanmıştır. Sunulan olgu, bakteri tanımlamasının güncel mikrobiyolojik yöntemlerle yapılmış olması nedeniyle sınırlı sayıdaki insan enfeksiyonu raporlarına önemli katkı sağlamaktadır. S.uberis'in bağışıklık sistemi baskılanmış hastalarda klinik uyum varlığında fırsatçı bir patojen olabileceği düşünülmeli ve tanımlama için fenotipik bakteriyolojik yöntemlere ek olarak güncel diğer mikrobiyolojik yöntemlerden de yararlanılmalıdır.Öğe Serologically confirmed cases of Mediterranean spotted fever in the Trakya region of Turkey(2004) Kuloğlu, Figen; Akata, Filiz; Tansel, Özlem; Gürcan, Şaban; Şakru, Nermin; Otkun, Ali Metin; Tuğrul, MuratBu çalışmada Trakya Bölgesi'nde saptanan ve serolojik olarak doğrulanan 13 Akdeniz Benekli Ateşi olgusunun epidemiyolojik, klinik ve laboratuar özellikleri tanımlanmıştır. Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Eğitim ve Araştırma Hastanesi' ne 2001-2002 yılları Nisan-Eylül ayları arasında yüksek ateş ve makülopapüler döküntüsü olan hastalar başvurmuştur. IFA testi ile on üç hastanın on ikisinde (%92), Weil-Felix Proteus aglütinasyonu ile altısında (%46) tanısal titreler saptanmıştır. Hastaların çoğunluğu (%69) toplam nüfusu bir milyon olan üç şehrin (Edirne, Tekirdağ, Kırklareli) kırsal kesimlerinde yaşayan tarımla uğraşan kişilerdi. On üç hastanın yaş ortalaması (7 erkek, 6 kadın) 60.1(14.1 (ortalama ± standart sapma)' dır. Bütün hastalarda yüksek ateş ve makülopapüler döküntü vardı. Dokuz hastada (%69) döküntünün avuç içi ve ayak tabanını da tuttuğu saptandı. İki hastada eskar saptandı. Trakya Bölgesi riketsiyozlar gibi kenelerle bulaşan hastalıklar için endemik bir alandır.Öğe Trakya bölgesinin köylerinde tularemi seroprevalansının araştırılması(2007) Kılınç, Güney Dedeoğlu; Gürcan, Şaban; Eskiocak, Muzaffer; Kılıç, Haluk; Kunduracılar, HakanTürkiye'de bildirilen ilk tularemi epidemisi 1936 yılında Lüleburgaz'da, ikinci epidemi 1945 yılında yine Lüleburgaz'da ortaya çıkmıştır. Daha sonra uzun yıllar Trakya Bölgesi'nden herhangi bir olgu bildirilmemiş, ancak 2005 yılında Edirne'nin bir köyünde bir tularemi salgını daha görülmüştür. Bu veriler etken olan Francisella tularensis'in Trakya bölgesinde bulunduğunu ifade etmekte ve bölgemizde geniş çapta bir seroepidemiyolojik çalışmanın yapılmasını gerekli kılmaktadır. Bu çalışmada, Trakya bölgesinde yer alan Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ illerine bağlı köylerden "otuz küme" yöntemiyle belirlenen 90 köyde yaşayan 1782 kişide F.tularensis antikor varlığının araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmaya gönüllülük esasına göre dahil edilen bireylerin (%74.3'ü erkek; yaş ortalaması 46 yıl; yaş aralığı: 6-92 yıl) demografik özellikleri ve olası riskli davranışları bir anket formuna kaydedilmiştir. Çalışmamızda, mikroaglütinasyon testi ile araştırılan F.tularensis antikorları, tümü erişkin erkek olan (yaş aralığı: 22-74 yıl) beş kişide (%0.3) 1/20-1/160 arasında değişen titrelerde pozitif bulunmuştur. Seropozitif bireylerin üçünün Kırkiareli'nin iki köyünde yaşadığı, birer olgunun ise Tekirdağ ve Edirne iline bağlı köylerde yaşadıkları izlenmiştir. Tularemi antikorları saptananların üçünde Rose-Bengal testinin de pozitif bulunması, çapraz reaksiyon olasılığını düşündürmüş ve bu kişiler bruselloz yönünden sorgulanmak üzere takibe alınmışlardır. Yapılan değerlendirmede, erkek cinsiyet, hayvancılıkla uğraşma, ve kene ısırığına maruziyet, risk faktörleri olarak belirlenmiştir. Bu çalışma ile Trakya Bölgesi'nde F.tularensis varlığıyla ilgili veriler elde edilmiş olup, bu bölgedeki sağlık personelinin ve halkın eğitimiyle ilgili çalışmaların başlatılmasının, olası salgınların önlenmesinde gerekli olduğu kanısına varılmıştır.Öğe Trakya Bölgesi’nde farelerde kültür, seroloji ve moleküler yöntemlerle francisella tularensis varlığının aranması(2014) Gürcan, Şaban; Karadenizli, Aynur; Ünal, Gülizar Yılmaz; Özkan, BeytullahTularemi Türkiye’de 1936 yılından beri bildirilen bir hastalıktır ve etkenin insanlara bulaşmasında farelerin rolü üzerinde durulmaktadır. Ancak bugüne kadar etkenin bulaşmasında farelerin rolü kesin olarak gösterilememiştir. Bu çalışmanın amacı, farelerde Francisella tularensis varlığının kültür, seroloji ve moleküler yöntemlerle araştırılmasıdır. Çalışma için Trakya Bölgesi’nden, daha önce tularemi olgularının bildirildiği dört köy (Edirne-Demirköy, Kırklareli-Kaynarca, Tekirdağ-Muzruplu, Tekirdağ-Sinanlı) seçilmiş ve Aralık 2012 tarihinde bu köylere gidilerek uygun depolar, ahırlar, ambarlar, dere ve kuyu kenarları, yemlikler ve su depoları gibi bölgelere toplam 126 adet canlı fare yakalama kapanları kurulmuştur. Kapanlar bir gece bekletildikten sonra toplanmış ve yakalanan farelerin türleri belirlenmiştir. Canlı olarak yakalanan farelerden anestezi altında kalp kanları alınmış; daha sonra tüm farelerin karaciğer ve dalak dokuları sınıf-2 güvenlik kabini içinde aseptik şartlarda çıkartılmıştır. Bu dokular %5 koyun kanı, %0.1 sistein ve %1 glukoz içeren Francis besiyerlerine ekilmiş; besiyerleri hem normal atmosferde hem de %5 karbondioksit içeren etüvde yedi gün boyunca inkübe edilmiştir. Canlı olarak yakalanıp kanları alınabilen farelerin serumlarında F.tularensis’e özgül antikorlar mikroaglütinasyon testi ile araştırılmıştır. Çalışmada ayrıca, farelerin karaciğer ve dalak dokularından DNA izolasyonu yapılmış ve F.tularensis ISFtu2 genine özgül primerler ve prob kullanılarak gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu (Tularemi RT-PCR; Türkiye Halk Sağlığı Kurumu, Ankara) uygulanmıştır. Çalışmamızda 11’i canlı olmak üzere toplam 19 adet tarla faresi yakalanmış; bunların 10’unun Apodemus flavicollis, yedisinin Mus macedonicus, ikisinin ise Mus musculus türlerine ait olduğu belirlenmiştir. Farelerin karaciğer ve dalak dokularından yapılan kültürlerin hiçbirisinden F.tularensis izole edilememiş; serolojik yöntemin uygulanabildiği 10 fare serumu ise negatif sonuç vermiştir. Buna karşın RT-PCR testi ile, 1936 yılında Türkiye’de ilk tularemi olgularının görüldüğü ve daha sonra başka olgunun bildirilmediği Kaynarca beldesinde yakalanan iki farenin dalak dokusunda pozitiflik tespit edilmiştir. Bunlardan biri canlı olarak yakalanan dişi bir Mus macedonicus, diğeri ise ölü olarak yakalanan erkek bir Apodemus flavicollis’tir. Yapılan kantitatif değerlendirmede, organ başına bakteri sayısı Mus macedonicus için 4 x 103 cfu/dalak, Apodemus flavicollis için 4 x 104 cfu/dalak olarak hesaplanmıştır. Sonuç olarak, bu çalışma ile doğal ortamdaki farelerin tularemi etkenini taşıdıkları Türkiye’de ilk kez gösterilmiş ve 1936 yılından bu yana F.tularensis’in Kaynarca’da varlığını sürdürerek, salgınlar için potansiyel risk oluşturmaya devam ettiği düşünülmüştür.Öğe Trakya Üniversitesi hastanesi'nde 1995-2003 yılları arasında saptanan dermatofitoz etkenleri(2005) Otkun, Tatman Müşerref; Otkun, Ali Metin; Tuğrul, Murat; Özer, Burçin; Gürcan, ŞabanBu çalışmada, 1995- 2003 yılları arasında Trakya Üniversitesi Hastanesi Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji Laboratuvarı'na mantar araştırılması amacıyla gönderilen deri, tırnak, saç ve saçlı deriden oluşan örneklerden izole edilen dermatofit etkenlerinin ve sık¬lığının belirlenmesi amaçlandı. Örneklerden KOH ile preparat hazırlanarak 20 ve 40'lık objektifle direkt mikroskobik inceleme yapıldı. Kültür için sikloheksimitli Sabouraud-dekstroz ağara üç nokta halinde ekim yapılarak 25° C ve 35° C'de üç hafta enkübe edildi. Çalışmaya alınan 2242 örneğin %94'ü dermatoloji kliniğinden gönderilmişti. Örneklerin 1576'sı (%70) deriye aitti ve 736'sının (%32.8) direkt mikroskopik incelemesinde mantar hifleri görülürken 232'sinde (%10.4) kültürde üreme oldu. Üreme olan örneklerin 40'ında (%17.3) direkt mikroskobide mantar elemanlarına rastlanmadı. Üreme olan örneklerin 137'sinde (%58.6) Trichophyton rubrum, 47'sinde (%19.8) T. mentagrophytes en sık etkenler olarak saptandı. Sonuç olarak Edirne'de T. rubrum en sık izole edilen dermatofit etkeni olarak, tinea pedis (%30.6) ise en sık gözlenen dermatofitoz olarak saptandı.Öğe Trakya Üniversitesi Hastanesi'nde son iki yılda klinik örneklerden izole edilen enterokokların antibiyotik direnci(2005) Turan, Pınar; Karagöl, Çiğdem; Gürcan, Şaban; Otkun, Tatman Müşerref; Özer, Burçin; Otkun, Metin[Abstract Nıt Available]