Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim DalıDepartment of Child Health and Diseaseshttp://dspace.trakya.edu.tr/xmlui/handle/trakya/34852024-03-29T14:57:17Z2024-03-29T14:57:17ZCovid-19 ilişkili pediatrik multisistem inflamatuar hastalık (PIMS) tanılı olgularımızın değerlendirilmesiAkgül, Meldahttp://dspace.trakya.edu.tr/xmlui/handle/trakya/88232024-03-12T13:37:11Z2022-01-01T00:00:00ZCovid-19 ilişkili pediatrik multisistem inflamatuar hastalık (PIMS) tanılı olgularımızın değerlendirilmesi
Akgül, Melda
PIMS, akut SARS-CoV2 enfeksiyonundan genellikle 2-6 hafta sonra görülen; dirençli
ateş ve birden fazla organ sistemi etkilenimi (mukokutanöz, gastrointestinal, hematolojik,
kardiyovasküler, nörolojik, pulmoner) ile seyreden inflamatuar bir hastalıktır. Bu çalışmanın
amacı kliniğimizde PIMS tanısı ile izlenen olguların demografik, klinik, laboratuvar
özelliklerini ve tedavi yöntemlerini incelemektir. Bu amaçla Mart 2020 ile Mart 2022 tarihleri
arasında Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Pandemi Servisi, Çocuk Genel
Servisi ve Çocuk Kardiyoloji Servisi'nde PIMS tanısı ile izlenen olguların dosyaları ve epikriz
formları geriye dönük olarak incelendi. Hasta dosyalarından cinsiyet, yaş, vücut kitle indeksi,
klinik öykü, fizik muayene bulguları, laboratuvar bulguları ve tedavi rejimleri kaydedildi.
İstatistiksel analizi SPSS 26.0 programı (lisans numarası:10240642) ile yapıldı. Çalışmada
Student-t testi ve Pearson Ki-kare testi kullanıldı. PIMS tanısı alan olgularımız, CDC (Hastalık
Kontrol ve Önleme Merkezleri)’nin belirlediği tanı kriterlerine sahipti. Hastalığın tanısal
algoritma ve tedavi algoritması için Amerikan Romatoloji Koleji’nin yayınladığı kılavuzardan
yararlanıldı.
Çalışmaya 8 kız (%25), 24 erkek (%75) olmak üzere toplam 32 hasta alındı. Olguların
yaş ortalaması 8,37±4,32 yıldı. Olgularımızda en sık hematolojik sistem tutulumu olduğunu
saptadık (%84,3). Mukokutanöz tutulumu olan olgularımızın yaş ortalamasının anlamlı
derecede daha düşük olduğunu gözlemledik. Olgularımızdaki laboratuvar bulgularından
hiperfibrinojenemi ve hipoalbuminemi ile kardiyovasküler sistem tutulumu ve mitral yetersizlik
arasında anlamlı bir ilişki mevcuttu. Hiperfibrinojenemi ve hiponatremi ile ≥3 sistem tutulumu
arasında anlamlı bir ilişki görüldü. Sol ventrikül sistolik disfonksiyonu olan olgularda CRP,
MPV ortalaması daha yüksek; trombosit sayısı, albumin ve sodyum ortalaması daha düşük
saptandı. Üç ve daha fazla sistem tutulumu olan olgularda CRP, ferritin, fibrinojen, lökosit
sayısı, mutlak nötrofil sayısı ve troponin-ı ortalaması daha yüksek; albumin ve sodyum
ortalaması daha düşük saptandı. Hastanede 7 günden fazla kalan olguların albumin ortalaması
daha düşük; nötrofil/lenfosit sayısı ortalaması daha yüksek bulundu. Olguların hastanede
kaldığı gün ortalaması ile lenfopeni ve MPV yüksekliği arasında anlamlı bir ilişki görüldü.
Sonuç olarak PIMS tanılı olgularımızın demografik özellikleri ile klinik ve laboratuvar
bulguları literatür verileri ile uyumlu bulunmuştur. Buna ek olarak, olgulardaki çeşitli
laboratuvar bulguları ile sistem tutulum bulguları arasında anlamlı ilişkiler kaydedilmiştir.
Çalışmamızdaki olguların büyük bir kısmının hafif PIMS sınıfında olması ve olgu sayımızın az
olması nedeniyle kötü prognoz ve mortalite üzerine ayrıntılı değerlendirme yapılamasa da;
hastanede kalım süresi ve ≥3 organ sistemi etkilenimine yönelik incelemeler yapılmıştır. PIMS
olgularında özellikle uzun dönem takipleri ve prognostik belirteçleri belirlemeye yönelik geniş
serili ve ileriye dönük çalışmalara ihtiyaç vardır.; PIMS is usually seen 2-6 weeks after acute SARS-CoV2 infection; It is an inflammatory
disease with refractory fever and multi-organ system involvement (mucocutaneous,
gastrointestinal, hematological, cardiovascular, neurological, pulmonary). The aim of this study
is to examine the demographic, clinical, laboratory characteristics and treatment methods of the
cases followed up with the diagnosis of PIMS in our clinic. For this purpose, the files and
epicrisis forms of the cases followed up with the diagnosis of PIMS in the Pediatric Pandemic
Service, Pediatric General Service and Pediatric Cardiology Service of Trakya University
Medical Faculty Hospital between March 2020 and March 2022 were retrospectively reviewed.
Gender, age, body mass index, clinical history, physical examination findings, laboratory
findings and treatment regimens were recorded from patient files.
Statistical analysis was performed using SPSS 26.0 program (license
number:10240642). Student-t test and Pearson Chi-square test were used in the study. Our cases
diagnosed with PIMS had the diagnostic criteria determined by the CDC (Centers for Disease
Control and Prevention). Guidelines published by the American College of Rheumatology were
used for the diagnostic algorithm and treatment algorithm of the disease.
A total of 32 patients, 8 girls (25%) and 24 boys (75%), were included in the study. The
mean age of the cases was 8.37±4.32 years. We found that the most common system
involvement in our cases was the hematological system (%84.3). We observed that the mean
age of our cases with mucocutaneous involvement was significantly lower. There was a
significant correlation between hyperfibrinogenemia and hypoalbuminemia, among the
laboratory findings in our cases, and cardiovascular system involvement and mitral
regurgitation. There was a significant correlation between hyperfibrinogenemia and
hyponatremia and ≥3 system involvement. In cases with left ventricular systolic dysfunction,
the mean level of CRP and MPV was higher; mean platelet count, albumin and sodium were
found to be lower. Mean level of CRP, ferritin, fibrinogen, leukocyte count, absolute neutrophil
count and troponin-I were higher in cases with three or more system involvements; mean level
of albumin and sodium were found to be lower. The mean level albumin level of the patients
who stayed in the hospital for more than 7 days was lower; mean neutrophil/lymphocyte count
was higher. There was a significant correlation between the mean days of hospitalization and
lymphopenia and MPV elevation.
As a result, the demographic characteristics and clinical and laboratory findings of our
cases diagnosed with PIMS were found to be compatible with the literature data. In addition,
significant correlations were noted between various laboratory findings and system
involvement findings in the cases. Although most of the cases in our study were in the mild
PIMS class and the number of our cases was low, a detailed evaluation on poor prognosis and
mortality could not be made; Investigations were made for the length of hospital stay and ≥3
organ system effects. In PIMS cases, there is a need for long-term follow-up and prospective
studies with large series to determine prognostic markers.
2022-01-01T00:00:00Zİleri derece preterm yenidoğanların doğum zamanına göre erken dönem sonuçlarıLekesiz Erdur, Tuğçehttp://dspace.trakya.edu.tr/xmlui/handle/trakya/88172024-03-12T13:36:19Z2022-01-01T00:00:00Zİleri derece preterm yenidoğanların doğum zamanına göre erken dönem sonuçları
Lekesiz Erdur, Tuğçe
Çalışmamızın amacı, hastanemizde doğumu gerçekleşmiş olan ve yenidoğan yoğun
bakım ünitesine gece, hafta sonu ve tatil günlerinde başvuran ileri derece preterm
yenidoğanların morbidite ve mortalitesini hafta içi kabul edilen bebeklerinki ile
karşılaştırmaktı. Bununla birlikte bakım olanakları, deneyimli insan gücü ve alt yapıya bağlı
çeşitli risk faktörlerinin morbidite ve mortalite ile ilişkisini belirlemekti.
Çalışmamıza 2014-2021 yılları arasındaki sekiz yıllık süreçte, yenidoğan yoğun bakım
ünitesine kabul edilen ileri derece preterm yenidoğanlar (23+0 ile 31+6 hafta) dahil edildi.
Hafta içi mesai saatlerinde doğan yenidoğanlar Grup 1 olarak ve hafta içi mesai dışı,
haftasonu ve tatil günleri doğan yenidoğanlar da Grup 2 olarak kabul edildi. Major konjenital
anomalisi bulunanlar, kromozomal kusuru saptananlar ve hasta takip dosyalarında eksik
bilgisi olan bebekler çalışmadan dışlandı. Çalışmaya dahil edilen her yenidoğanın demografik
verileri, perinatal özellikleri, morbiditeler, mortalite ve hastanede kalma süreleri kaydedildi.
Veriler 326 bebek için analiz edildi. Grup 1 ve Grup 2 arasında demografik faktörler
arasında anlamlı fark bulunmadı. Grup 1 ve Grup 2’de gestasyonel hipertansiyon, plasental
yetmezlik, sezaryen oranı arasında anlamlı fark gözlendi.
Çalışmamızda 28. gebelik haftasının altında doğan yenidoğanları kapsayan daha küçük
bir grubu incelediğimizde; prenatal ve natal faktörler içerisinde farklar saptanırken; postnatal
faktörler için anlamlı istatistiksel fark saptanmadı. Yapılan çok değişkenli regresyon
analizinde, gebelik yaşı 28 hafta ve altında olan pretermlerin mesai içi veya mesai sonrası
saatlerde doğmalarının morbidite ve mortaliteye bir katkısının olmadığı saptandı.
Sonuç olarak; çalışmamızda ileri derece preterm yenidoğanların mesai içi veya mesai
dışı saatlerde doğum zamanlarına göre mortalite oranları ve morbiditeler açısından anlamlı bir
fark saptanmadı. Ünitemizde mesai içi ve dışı saatlerde bakım veren hemşire sayısında
değişkenlik olmaması bunun nedeni olabilir. Çalışan hekim sayısında hafta sonu azalma
olmaktadır; ancak bu durumun mortalite ve morbiditeler üzerine etkisi görülmemiştir. Bu
konuda daha kapsamlı prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.; The aim of our study was to compare the morbidity and mortality of very preterm
infants who were delivered in our hospital and admitted to the neonatal intensive care unit at
night, on weekends and on holidays, with those babies admitted on weekdays. In addition, we
aim to determine the relationship of various risk factors related to care facilities, experienced
manpower and infrastructure with morbidity and mortality.
Very preterm infants (23+0 to 31+6 weeks) admitted to the neonatal intensive care
unit during the eight-year period between 2014 and 2021 were included in our study. Infants
born during working hours on weekdays were accepted as Group 1, and infants born on
weekdays out of working hours, on weekends and holidays were considered as Group 2.
Babies with major congenital anomalies, chromosomal defects, and babies with missing
information in their follow-up files were excluded from the study. Demographic data,
perinatal characteristics, morbidities, mortality and survival times of each infants included in
the study were recorded.
Data were analyzed for 326 infants. There was no significant difference in
demographic factors between Group 1 and Group 2. A significant difference was observed
between the rates of gestational hypertension, placental insufficiency and cesarean section in
Group 1 and Group 2.
When we examined a smaller group including newborns born below the 28th
gestational week in our study; While there are differences in prenatal and natal factors; No
statistically significant difference was found for postnatal factors. In the multivariate
regression analysis, it was determined that the birth of preterms with a gestational age of 28
weeks and below during or after working hours did not contribute to morbidity and mortality.
As a result; in our study, no significant difference was found in terms of mortality
rates and morbidities of very preterm infant according to delivery times during working hours
or out of working hours. This may be due to the lack of variability in the number of nurses
providing care during and out of working hours in our unit. There is a decrease in the number
of working physicians on weekends; however, this did not have an effect on mortality and
morbidity. More comprehensive prospective studies are needed in this regard.
2022-01-01T00:00:00ZFebril konvülsiyonlu olgularımızın demografik, klinik, laboratuvar bulguları ve tedavilerinin değerlendirilmesiÖzdil Yılmaz, İlkiz Özgehttp://dspace.trakya.edu.tr/xmlui/handle/trakya/88142024-03-07T13:05:26Z2021-01-01T00:00:00ZFebril konvülsiyonlu olgularımızın demografik, klinik, laboratuvar bulguları ve tedavilerinin değerlendirilmesi
Özdil Yılmaz, İlkiz Özge
Febril konvülsiyon; 6-60 ay arasında merkezi sinir sistemini tutan bir enfeksiyon
olmaksızın veya başka neden olmadan (elektrolit dengesizliği, metabolik bozukluk,
intoksikasyon, travma) önceden afebril konvülsiyon geçirmemiş çocuklarda ateşli hastalık
sırasındaki konvülsiyonlardır. Çocukluk çağı nörolojik bozukluklarında en üst sıradadır.
Çalışmamızda Ocak 2014-Aralık 2018 arasında Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Çocuk Nörolojisi Polikliniği’ne başvurup febril
konvülsiyon tanısı alan 200 hastanın özelliklerini saptayıp, rekürrens ve epilepsi gelişim
risklerini belirlemek, uygun tedavi seçeneklerine yanıtlarını belirlemeyi amaçladık.
Hastalarımızın erkek/kız oranı 1,22/1, doğum zamanına göre % 78 term, doğum
şekline % 60 NSVY ile ve %20 zorlu doğum öyküsü vardır. Hastaların yaşı 6ay-60 ay
arasında, ortalama 21,82±12,69 aydı. En sık 2 yaş altında (%79) görüldü. % 41’i basit,
%52,5’u komplikeydi ve %82’sinde jeneralize tonik klonik nöbet görüldü. En sık ateş odağı
üst solunum yolu enfeksiyonlarıydı (%83). Ailede febril konvülsiyon öyküsü %25, epilepsi
öyküsü %10 vakada vardı. Rekürrens oranı %22,5’ti. Anormal EEG %8 hastada vardı ve bu
hastalarda rekürrens oranı yüksek bulundu. Laboratuar değerleri ile nöbet tekrarı ve epilepsi
gelişimi açısından değerlendirildiğinde, C-reaktif protein değeri normalden yüksek olan
hastalarda daha düşük oranda takipte epilepsi geliştiği, trombosit değeri normal/düşük olan
hastaların daha düşük oranda takipte nöbet tekrarı olduğu saptanmıştır.
EEG sonuçları anormal olan, 38,3 ºC altında nöbet geçiren ve rekürrensli hastalarda
epilepsi oranı yüksek saptandı.
Profilaktik olarak devamlı antiepileptik, intermittant rektal diazepam ve antipiretik
verilebilir. Tedavi sonrası rekürrens tedavi almayanlara kıyasla daha yüksek saptandı.
Sonuç olarak; iyi seyreden FK’larda rekürrensin sık görülmesi, genel popülasyona
göre yüksek epilepsi riski nedeniyle takibi önemlidir. Rekürrensi önlemede tedaviler arasında
belirgin farklılık olmadığını fakat rektal diazepam uygulananlarda daha az rekürrens olması,
uygulanmasının kolay, yan etkisinin az olması nedeniyle tercih edilebileceğini saptadık.; Febrile convulsion; convulsions during febrile illness between the ages of 6-60 months
without a central nervous system infection or any other cause (electrolyte imbalance,
metabolic disorder, intoxication, trauma) without previous afebrile convulsions. It is at the top
of childhood neurological disorders.
In our study, we aimed to determine the characteristics of 200 patients who were
diagnosed as febril convulsion at Trakya University Faculty of Medicine Departmnt of
Pediatrics, Pediatric Neurology Policlinic between January 2014-December 2018, to
determine the risks of recurrence and development of epilepsy and patients’ response for
different treatments.
Our patients’ male / female ratio is 1,22 / 1, 78% term, 60% nsvy and 20% of them
have difficulty in labor. Diagnose age was between 6-60 months, with a mean of 21,82 ±
12,69 months. It was mostly seen under age of 2 (79%). Family history of febril seizure and
epilepsy is %25 and 10 respectively. The common fever cause was upper respiratory system
infections (83%). 41% was simple, 52,5% was complicated, and 82% was generalized tonic
clonic. The recurrence rate was 22,5%. 8% of patients had abnormal EEG and they have
higher recurrence rate. When the laboratory values were evaluated in terms of seizure
recurrence and epilepsy, it was found that patients with higher than normal C-reaktive protein
levels developed epilepsy at a lower rate during follow-up, and patients with normal / low
platelet values had a lower rate of seizure recurrence during follow-up.
Patients with seizures below 38,3ºC, abnormal EEG and recurrence, have high rate of
epilepsy.
Prophylaxis includes continuous antiepileptic, intermittant rectal diazepam and
antipyretic. In our study recurrence after treatment in both seizure types is higher than those
without treatment, but risk of developing epilepsy is not associated with treatment.
As a result; it is benign disease. Following-up is important because of the high
recurrence rate and risk of epilepsy compared to general population. We found no significant
difference between the treatments in preventing recurrence, but rectal diazepam may be
preferred in those who received less recurrence, since it is easy to apply and has few side
effects.
2021-01-01T00:00:00ZÇocukluk çağında Graves hastalığı tanısı ile izlenen olguların değerlendirilmesiFelek, Hakanhttp://dspace.trakya.edu.tr/xmlui/handle/trakya/87782024-02-20T07:31:48Z2021-01-01T00:00:00ZÇocukluk çağında Graves hastalığı tanısı ile izlenen olguların değerlendirilmesi
Felek, Hakan
Graves Hastalığı (GH) çocukluk çağı ve ergenlik döneminde hipertiroidizmin en sık
nedeni olmasının yanı sıra bu yaş grubunda büyüme ve gelişme üzerine de önemli etkileri olan
bir endokrin hastalıktır. GH kız çocuklarında daha fazla görülür ve ergenlikte pik yapar.
Çocukluk çağı GH tedavisinde antitiroid ilaç tedavisi öncelikli tedavi olmasına karşın, halen
tedavi süresi ve etkinliğini belirleyen etmenler net değildir. Bu çalışmada Trakya Üniversitesi
Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı
Polikliniği’nde 2006-2019 yılları arasında GH tanısı ile izlenen olguların demografik
özellikleri, antropometrik, klinik ve laboratuvar bulguları, izlem ve tedaviye yanıt sürelerinin
yanı sıra bu yanıta etki eden etmenlerin geriye dönük olarak araştırılması amaçlandı.
Çalışmaya alınan 37 GH tanılı olgunun 32’si (%86,5) kız ve kız/erkek oranı 6,4/1 idi.
Çalışma anında olguların ortalama yaşı 20,3±4,2 yıl, ortalama tanı yaşı ise 13,8±2,6 yıl idi. Tanı
anında olguların %89,2’si (33 olgu) pubertal idi. Olguların %62,2’sinde (23 olgu) tiroid
hastalığı açısından aile öyküsü pozitif idi. Olguların tanı anındaki ortalama vücut ağırlığı SDS
-0,04±1,02, ortalama boy SDS 0,3±0,92, ortalama VKİ SDS -0,31±1,1 olarak saptandı. En sık
başvuru şikayeti %59,5 ile çarpıntı olup, bunu terleme (%51,4), ağırlık kaybı (%35,1), titreme
(%32,4), boyunda şişlik (%29,7), sinirlilik (%27,0) izlemekteydi. Başvuru muayenesinde
belirlenen en sık bulgu %89,2 ile guatr olup, bunu taşikardi (%61,1), tremor (%54,1),
egzoftalmi (%32,4) ve hipertansiyon (%21,6) izledi. Olguların %83,8’inde (31 olgu) TSHRAb
pozitif idi. TSHRAb negatif olan 6 olgunun 4’ü tiroid sintigrafi bulgularıyla, 2 olgu ise klinik
bulgulara dayanılarak tanı almıştı. DEXA görüntülemesi yapılan 28 olgunun 2’sinde (%7,1)
yaşa göre düşük kemik kütlesi veya osteoporoz mevcuttu. İzlemde olguların %73’ünün (27
olgu) MTZ, %27’sinin (10 olgu) PTU aldığı saptandı. Antitiroid ilaç tedavisi alan 37 olgudan
13’ü (%35,1) remisyona girmişti. Çalışma anında remisyona giren olguların 2’sinde (%15,4)
relaps geliştiği, 11 olgunun (%84,6) ise hala remisyonda olduğu saptandı. Radyoaktif iyot
tedavisi alan olgu olmamasına karşın, yalnızca 2 olguya (%5,4) total tiroidektomi şeklinde
cerrahi tedavi uygulanmıştı.
Remisyona etki eden faktörleri değerlendirmek amacıyla remisyona giren (13 olgu) ve
remisyona girmeyen (24 olgu) olgular, yaş, cinsiyet, puberte durumu, başvuruda VKİ SDS,
serum sT3 ve sT4 düzeyleri, TSHRAb pozitifliği, tiromegali, tedavi başlangıcında aldığı ilaç
dozu, tedavi süresi ve tedavi yöntemi açısından karşılaştırıldığında iki grup arasında anlamlı
fark bulunmadı. Olgular başvuru anındaki klinik tablonun ağırlığına göre ağır ve ağır olmayan
olarak iki gruba ayrıldığında, tiromegali, serum sT4 düzeyinin normale dönme süresi ile
remisyona girme sıklığı ve süresi açısından gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı. Antitiroid
ilaç tedavisinin tedaviye etkinliğini değerlendirmek amacıyla MTZ ve PTU alan olgular iki
gruba ayrılarak tedavi şekli, serum sT4 düzeyinin normale dönme süresi, remisyona girme
sıklığı ve süresi ve relaps sıklığı açısından karşılaştırıldığında aralarında anlamlı fark
saptanmadı.
Sonuç olarak GH tanılı olgularımızın demografik özellikleri ile antropometrik, klinik ve
laboratuvar bulguları literatür verileri ile uyumlu bulunmuştur. Olgularda birinci basamak
tedavi olan antitiroid ilaç tedavisinin uzun süreli kullanımı tercih edilmiştir. Remisyona girme
durumu açısından belirleyici bir ölçüt saptanmamasına karşın, bu durum olgu sayısının az
olmasından kaynaklanabilir. Özellikle GH olgularında antitiroid tedavi ile remisyon gelişimine
etki eden etmenlerin değerlendirildiği geniş serili ve ileriye dönük çalışmalara ihtiyaç vardır.; Graves Disease (GD) is the most common cause of hyperthyroidism in childhood and
adolescence with important consequences on growth and development in this age group. GD is
more common in girls and peaks in adolescence. Although the first line of treatment for GD in
childhood is antithyroid drug therapy, duration of treatment or the parameters affecting
treatment outcome are not clear. In this retrospective study we aimed to determine the
demographic properties and anthropometric, clinical and laboratory parameters of the cases
followed with the diagnosis of GD in Trakya University Medical Faculty Pediatric Department,
Pediatric Endocrinology Outpatient Clinic between 2006 and 2019 and to evaluate their followup
period,
response
to treatment
and possible
factors
affecting
this
response.
Of the 37 GD cases included in the study 32 (86,5%) were female and the female/male
ratio was 6,4/1. The mean age was 20,3±4,2 years at the time of this study and 13,8±2,6 years
at the time of admission. During admission 89,2% (n=33) of the cases were in pubertal stage.
Familial history for thyroid disease was positive in 62,2% (n=23) of the cases. Initial mean
body weight SDS was -0,04±1,02, height SDS was 0,3±0,92 and body mass index (BMI) SDS
was -0,31±1,1. The most common symptom was palpitation (59,5%) followed by sweating
(51,4%), weight loss (35,1%), tremor (32,4%), swelling of the neck (29,7%) and nervousness
(27,0%) respectively. The most common sign at diagnosis was goitr (89,2%) followed by
tachycardia (61,1%), tremor (54,1%), exophtalmia (32,4%) and hypertension (21,6%)
respectively. TSHRAb was positive in 83,3% (n=31) of the cases. In 4 out of 6 TSHRAbnegative
cases
diagnosis
was based on scintigraphy results and the remaining 2 cases were
diagnosed based on clinical findings. Bone mineral density (BMD) of the lumbar spine was
measured with dual-energy x-ray absorptiometry (DEXA) in 28 cases and 2 (%7,1) of the 28
cases had low bone mineral density according to age or osteoporosis. During follow-up %73
(n=27) of the cases received MMI therapy and %27 (n=10) received PTU therapy. Remission
was achieved in 13 (%35,1) cases out of 37. Relapse was observed in 2 (%15,4) cases while 11
(%84,6) remained in remission at the time of the study. Total thyroidectomy was performed on
2 (%5,4) cases while none received RAI therapy.
To determine the factors affecting remission, cases that achieved remission (13 cases)
and cases that did not achieve remission (24 cases) were compared according to age, gender,
puberty, BMI index at diagnosis, fT3 and fT4 levels, TSHRAb positivity, thyromegaly, initial
antithyroid drug dosage, duration of treatment and treatment method and no significant
difference was found between the two groups. When assessed for severity of clinical
presentation and divided into two groups as severe and not severe, there was no significant
difference between them when compared according to thyromegaly, fT4 normalization time,
remission status and remission time. To evaluate the efficacy of antithyroid drug therapy, cases
who received MMI and PTU were divided into two groups and no significant difference was
found between them when compared according to treatment method, fT4 normalization time,
remission status and time and relapse status.
In conclusion, demographic properties and anthropometric, clinical and laboratory
parameters of our cases with GD were consistent with previous studies. Antithyroid drug
therapy was the first line of treatment preferred with a prolonged treatment period. There was
no parameter found to be affecting remission which could be due to the limited number of cases
in the study. Prospective and widescale studies on factors affecting remission in cases with GD
are needed.
2021-01-01T00:00:00Z